“Bu ülkede, yani Türkiye’de, insan olarak haklarımızı yeniden kazanma zamanı geliyor mu?” sorusu, bana, ortaokul sıralarında, pek yaygın olan bir filmin adını anımsattı: Ba’sü ba’de’l-mevt’i.
Boğulmuş ya da boğulmakta olan insan haklarının yeniden diriltileceği umudunu yeşertmemi istemişsin sanırım.
Pir Sultan’ın ünlendiği gibi “Kaçıncı ölmem bu hain / Pir Sultan ölür dirilir” misali bir yüreklendirme bekliyorsan benden, mezartaşlarına dökülen gözyaşlarından ve tarihin karanlık merdivenlerinden geçmişe inmek gerekecek. “Kanlı Pazar”lardan “6 Mayıs”lara; Metris’ten, Mamak’tan, Diyarbakır’a; Ergenekondan Balyoza, uzak ve yakın tarihin sayfalarında kaybolan kendimi buldum derken – bir kurşun…
Bu, ilk kurşun. Sanki dün gibi… İki yıl önce, “İlk kurşun insan haklarına: Tahir Elçi’ye!” diye yazmıştım.
Pentagon modelidir. Kaos için, genellikle “insan hakları” seçilir. İnsan haklarının rengi “insandır” da ondan. Kaos’un öz babası, üvey anasıdır. Bilinen bilinmez olur. Böyle başlar.
“Herkes ölü yıkamayı öğrenmeli!” demişti Başimam. Çünkü hergün akıp gidiyor kan. Ne var ki, her kan, bir can. Her can, bir tabut. Her tabut bir anne, bir sevgili, varsa çocuk. Nasıl yazsam diyordum ki, bir bomba, bir bomba daha Ankara Garında yüzbir can. Kendini kaybediyor ülke ve insan.
Şöyle bitirilebilir:
Mondros Mütarekesinin imzalandığı günün haftasında (9 Kasım 1918’de), İngiliz eski başbakanlarından Asquith, “Ümit edelim ki, der, bugünler Osmanlının son günleri olsun. Bu ölünün mezartaşı üzerine ne yazılırsa yazılsın o hiçbir zaman yeniden doğmayacaktır.”
Mondros mütarekenamesini, sulha / selamete götüren bir sözleşme olarak kabul edip imzalayan Vahdettin’in düşüncesi ise farklıdır: “Mütareke imzalandı. Ecnebiler yanımıza gelecek, ve vükela ile (bakanlar ile) buluşup sulh olacaktır.” Böyle kurgulamıştır Vahdettin.
Ne var ki, Ecnebiler yanına gelmeyecek, sulh antlaşması (Sevr), tasarı üzerinden imzalanmak üzere Saraya gönderilecek.
Osmanlı saltanatı ve hükümeti, iki olasılıkla karşı karşıya kalacak. Varolmak ya da yokolmak.
Barış antlaşması kabul edilirse, İstanbul, Osmanlı saltanatı ve İslam halifesi (hilafet) belirlenen sınırlar içinde küçük bir devlet (!) olarak varlığını koruyacaktı.
Bir koşulu daha olacaktı, Ecnebilerin, Anadolu ayaklanmasını durdurmak.
Bakanlardan, senato üyelerinden, bilim adamlarından yüksek dereceli askerlerden oluşan Yüksek Mecliste hazır bulunanlar, “andlaşmaya imza konulmasını kabul edenlerin ayağa kalkmasını”, Padişahın emir ve ferman buyurmasıyla, Meclis tümüyle ayağa kalkmış, yalnızca Topçu Feriki Rıza Paşa çekimser olduğunu söylemiş ve Meclis sona ermişti.
O, sona ererken, sönerken, yükselen ve yayılan bir başka ateş vardı: Türk halkının ulusal savaşı. Osmanlı olarak değil, ulus olarak, ulus olarak varolma savaşıydı bu.
O, halife ve hilafet olarak, sultan ve sultanlık olarak varolabilmek için, Türkiye’yi ve Türk halkını düşmanının azgın pençeleri altında parça parça paylaşılıp paylaştırılırken, Anadolunun bağrında, ulus olarak, özgür bireyler olarak, denebilirse, insan, insan hakları giysileriyle doğacaktı. Bugün halifelerin, hurafelerin, emperyalist gericiliğin boğmaya çalıştığı insanı ve insan haklarını kaybetmedik ki, kazanmaya çalışalım.
Muzaffer İlhan Erdost
telgrafhane.org