Siyasetin son dönemlerde tıkandığı çok önemli iki nokta var. Bunlardan birisi malumunuz AKP’nin “Atatürk” imgesi üzerinden yaptığı manevra diğeri de yine AKP’nin NATO ile gerilen ilişkiler üzerinden başlayan tartışma…
Her iki tartışma bize bir şeyler anlatıyor ve maalesef anlattığı şeyler hiç hoş değil. Bunlardan ilki Kemalistlerin tarihsel hafızaları büyük ölçüde silinmiş. İkincisi de özellikle AKP döneminde başlayan ve nereden kaynaklandığı belirsiz olan tepkiye dayalı siyasal pozisyon alma hali.
Kemalistlerin tarihsel hafızasının neden siliniyor olduğu ilgili iddiayı Erdoğan’ın “Atatürk” imgesi üzerinden geliştirdiği sınırlı açılıma bağlayacağım. Türkiye’de siyasal İslam’ı temsil eden ve hareket noktasını Cumhuriyet devrimleri ile hesaplaşma ve kendine göre bir nevi “intikam” üzerinden kuran bir siyasal örgütlenmenin Atatürk ile kurduğu ya da kurmaya çalıştığı ilişkinin nereden ve nasıl kaynaklandığını ifade etmenin bir gereği olduğunu düşünmüyorum. Zira günlerdir bu konuyla ilgili gereğinden fazla tartışma yapılıyor. Burada dikkati çeken husus Mustafa Kemal’in mirasıyla hiç bağdaşmayacak birinin O’na yaklaşmasına karşı verilen tepki için 2017 yılının neden beklendiğidir.
Başka bir taraftan meseleye bakıldığı zaman karşılaştığımız tablo şu: Tayyip Erdoğan’ın Atatürk’ü kullanması samimi değil, evet. Peki bundan önce ve bugüne kadar herkes samimi miydi?
Erdoğan’ın “Atatürk” imgesi üzerinden yaptığı sınırlı açılımın Ulusalcı-Kemalist cenah içinde “olumlu” bir karşılığı da oldu. Özellikle de Perinçek ve çevresi açısından bu süreç Erdoğan’ın “Kemalizme teslim olması” ile sonuçlanmıştı. Bunun dışında Atatürkçüler açısından bu durumu olumlu bir gelişme olarak gören ya da Erdoğan’ın Atatürk mevzu bahis olduğunda tövbe ettiğini düşünen başka bir tepkiye henüz rastlamadık. Bu durum hariç genel itibariyle Erdoğan’ın “Atatürk” üzerinden siyaset yapması büyük ölçüde olumsuz bir tepkiyle sonuçlandı. 2017 yılı itibariyle nihayet Atatürk’ün her siyasi görüşe aynı mesafede olmadığını ve her isteyenin Atatürkçü olmayacağını anlamış bulunmaktayız. Sorun bu farkındalığın 2017 yılı gibi geç bir dönemde ortaya çıkmasıdır.
Yukarıdaki sorudan devam edelim: Şimdiye kadar herkes samimi miydi? Hayır değildi. Peki biz buna karşı nasıl bir tepki geliştirdik? Hiç.
Mustafa Kemal’in adının Türkiye’de bugüne kadar O’nun mirasına yakışmayacak pek çok siyasal gelişme içinde kullanıldığını hatırlıyor olmamız gerekir. Askeri darbelerden özelleştirmelere kadar Türkiye’yi her anlamda geriye götüren pek çok olayın meşrulaşması için Mustafa Kemal imgesi bir araç olarak kullanılmıştır. Bu yeni bir durum değildir. Türkiye’nin sağ siyasetin tamamen boyunduruğu altına girdiği 2. Dünya Savaşı sonrası süreç içinde –27 Mayıs vb. sınırlı dönemler hariç- “Atatürk” imgesi her daim devletin resmi söyleminin bir amacı değil bir aracı olmuştur. Bugün neo-liberallere, ikinci cumhuriyetçilere “resmi ideoloji” kavramı üzerinden çok kızıyoruz. Bu konuda büyük ölçüde de haklıyız. Ancak rasyonel bir biçimde düşündüğümüz zaman Türkiye’de gerçekten bir “resmi ideoloji”nin varlığını kabul etmek mecburiyetindeyiz.
Buradaki fark şudur: ikinci cumhuriyetçiler “resmi ideoloji” denen şeyin Kemalizmin ta kendisi olduğunu iddia ederler. Bizlerin de şunu söylemesi gerekir: “Resmi ideoloji” vardır ancak bu Kemalizmi doğrudan temsil eden bir kavram değildir. Atatürk imgesi burada bir meşrulaştırma aracı olarak kullanılmaktadır. Atatürk, “resmi ideoloji” adı altında bir sömürü aracı haline gelmiştir. Bu konu bugünün değil neredeyse son 70 yılın temel konularının başında gelmektedir. Bu 70 yıllık süreçte Türkiye’de her türlü gericilikle kolkola girmiş, her türlü cemaati oy potansiyeli olarak görmüş, laiklikten taviz verme konusunda oldukça cömert olan her siyasal parti ve/veya aktör Atatürkçü müydü? Değildi.
Tarihsel hafızamızı yoklamak zorundayız. Eğer gerekli bilgilerle karşılaşamıyorsak yeniden sayfaları karıştırmak zorundayız. Çünkü bugünkü tartışma oldukça mesnetsiz ve gereksizdir. Boş yere gündemi işgal etmektedir, önemsizdir. Yaklaşık 70 yıllık bir serüvenin 2017’deki tezahürüdür. Tarihin diğer aktörleri Erdoğan’a göre değerlendirildiği zaman Atatürk imgesi ile daha uyumlu olarak görülebilir. Ancak bu bakış açısı hatalıdır. Kişilerin Atatürkçülüğü değerlendirilirken konuya en uzak kişi üzerinden bakılmaz. Aksine, bu uğurda hayatı dahil her türlü bedeli ödemeyi göze almış gerçek yurtseverlere göre değerlendirmek gerekir. Erdoğan merkeze alındığında ondan önceki herkesi “Atatürkçü” zannetmek sadece bir yanılsamadan ibarettir.
Diğer mesele yine hafızalarımızın paslandığını kanıtlayan NATO ile ilişkiler meselesi. Yukarıda söylediklerimizin aynısını NATO meselesi için de söylemek mümkün. Kemalist olduğunu iddia eden insanlar eğer Mumcu’ların, Avcıoğlu’ların, Selçuk’ların, Soysal’ların geleneğine yakın hissediyorlarsa kendilerini NATO’nun Türkiye’de ilk defa tartışılmadığını hatırlayacaklardır. 60’lı yılların başında Yön sayfalarında Avcıoğlu’nun başlattığı tartışmadan bugüne Türkiye’de sol NATO’yu sorgulamaktadır. Bu sorgulama yalnız o dönemlere değil
80’li, 90’lı, 2000’li yıllara da aittir. 60’lardaki entelektüel müdahale ile kafamızda soru işaretleri oluşmasına rağmen etki alanımız daralttıkça unuttuğumuz NATO meselesini hiç olmadık bir dönemde ve hiç olmadık bir olay üzerinden hatırlama gereği hissettik. NATO, Türkiye için her zaman bir sorundu. Johnson Mektubu’ndan Kıbrıs Meselesi’ne, askeri üsler üzerindeki egemenlik haklarından Körfez Savaşı’na, Ergenekon-Balyoz davalarından Kürt sorununa kadar her zaman bir sorundu. Ama nedense 12 Eylül’den beri NATO konusunda sessizliğini koruyan Kemalistler, Ergenekon-Balyoz davalarında gözüne gözüne sokulmasına rağmen anlamayan Kemalistler, NATO’nun bir tehdit olduğunu ve tartışılması gerektiğini anlamak için Erdoğan’ın ve hükümetin NATO ile ilişkilerinin gerilmesini bekledi. Şimdi de “milli dava” adı altında üstü örtülü bir hegemonya kurma çabasına da hala gerekli tepkiyi verebilmiş değil. Hatta kimileri de NATO’dan çıkılması ile ilgili tartışmayı bir “salaklık” olarak görüp NATO ile ilişkiyi sırf “muhalif” kimliğini kaybetmemek için “muhtaç olma” noktasında tanımlayıp çok daha ilginç bir pozisyon da alabiliyorlar.
Çünkü Türkiye’nin siyasal tartışmaları on yıllardır hep iki kutup üzerine inşa edilir. Bu düşünsel olarak da ne kadar sığ ve yetersiz olduğumuzu kanıtlar. NATO özelinde tartışma da iki kutuplu. Ya Erdoğan’a karşı duracağız, ya da NATO’ya. İkisinin ortası ya da alternatifi olamaz(!) Neden? Çünkü siyasal duruşumuzu hep karşıdakinin tavrına göre belirlemeye alıştık. İlk adımı hep başkaları atıyor. Biz de ona göre pozisyon belirliyoruz. Türkiye’de çok uzun yıllardır kimse siyasal pozisyonunu Kemalistlere göre belirlemiyor. Çünkü artık böyle bir etki alanımız yok.
Türkiye’de siyaset gereğinden fazla “fast-food” olmaya başladı. Tarihsel birikimin eskisi kadar önemi kalmadı. Bugün hem Atatürk hem de NATO üzerinden yaşanan tartışmaların onlarca örneği mevcut. Geçmişimizdeki tecrübeler bu konularda nasıl bir tavır almamız gerektiği konusunda ipuçları ile dolu. Yaşanan hadiselerin çoğu yeni değil. Buna bağlı yapılan tartışmaların da çoğu yeni değil. Tarihsel tecrübeler doğru bir biçimde gündeme geldiğinde hayat kurtarır. Siyasal olarak başkalarının belirlediği alanlar içinde gezinmeyi engeller. Edilgenlikten kurtarır, ufuk açar. Türkiye siyasetinde kimlerin gerçekten “Atatürkçü” olduğu, geleneğimizin ve tarihimizin NATO meselesinde nasıl bir çözüm üretmesi gerektiği hususunda rasyonel kararlar alabilmek için bazı bağımlılık ilişkilerini kırmak mecburiyetindeyiz. Mevcut sıkışıklıktan kurtulmak mecburiyetindeyiz. Daha yukarıya çıkarak daha geniş bir açıdan bakmak mecburiyetindeyiz. Bize verilenlerle yetinmek, karşımızdakine göre pozisyon almak yalnızca bağımlılık ilişkimizi kuvvetlendirecektir…
Ali İhsan
telgrafhane.org