Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın anılarına…
Hüseyin İnan, idam sehpasının altındaki tabureye çıkmadan masanın üzerinde son kez şöyle seslenir:
“Ben şahsi hiçbir çıkar gözetmen halkımın mutluluğu ve bağımsızlığı için savaştım.
Bu bayrağı bu ana kadar şerefle taşıdım.
Bundan sonra bu bayrağı Türk halkına emanet ediyorum.
Yaşasın işçiler, köylüler ve yaşasın devrimciler.
Kahrolsun faşizm.”
***
9 Ekim 1971’de Deniz Gezmiş ve 23 arkadaşının yargılamaları biter ve 18 devrimciye idam cezası verilir. Deniz Gezmiş’den başka Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ve arkadaşlarının yargılandığı THKO davasında, yapılan savunmanın ana örgüsünü oluşturan düşünce şöyleydi:
“Toplumların tarihi, ezenler ve ezilenler arasındaki mücadelelerin tarihidir…
Günümüzde ezenleri temsil eden ve çıkarı uğruna yoksul ulusları, boyunduruğu altında tutan EMPERYALİZM’dir. İnsanlık tarihi gericiliğin, barbarlığın ve vahşetin kalesi olan emperyalizmin de sonunu müjdeliyor.
Bütün ezilen uluslar, emperyalizme, her gün darbe üstüne darbe vuruyorlar…
Ezenlere karşı verdikleri mücadelelerde, ölen tüm ezilenlere selam olsun…” (1. THKO Davası – Mahkeme Dosyası, 1.Cilt, S. 393–394, Yöntem Yayınları, 1974)
1974 yılında ilk çıktığı dönemde gençlik içinde önemli bir etki yaratan THKO sanıklarının yayınladığı 1.THKO Davası isimli kitapta yer alan savunma şöyle sürdürülür:
“Türkiye, emperyalizme karşı ilk Kurtuluş Savaşı veren ve onu dize getiren ülkedir. Bütün ezilen uluslara ışık tutan ve Kurtuluş Bayrağını dalgalandıran Türkiye halkı, bundan 50 yıl önce görevini yapmıştır. Ne yazık ki, o zaman yurdumuzu terk etmek ve yenilgiyi kabullenmek zorunda kalan emperyalist ülkeler, sonradan bir avuç satılmışın menfaati uğruna tekrar yurdumuza girdiler. Ve Kurtuluş Savaşında gerçekleştiremedikleri emellerini bugün gerçekleştiriyorlar. Ulusumuz, Amerikan emperyalizminin sömürüsü altında ezilmektedir. Kurtuluş Savaşımızda şehit düşen yüzbinlerin onurları ve cesetleri üzerinde yabancı pençesi cirit atmaktadır.” (Age, S.394)
Öncelikle THKO savunmasında kullanılan kavramları ve deyimleri okuyalım: Ezen ve ezilen, emperyalizm,emperyalizme darbe vuran ezilen uluslar, sonu gelen emperyalizm, emperyalizme karşı ilk Kurtuluş Savaşı veren ülke, Türkiye halkı, ulusumuz, Kurtuluş Savaşımızda şehit düşen yüzbinlerin onurları…
Savunmalarında, 1919-23 yıllarında emperyalizme karşı verilen Kurtuluş Savaşına, “Kurtuluş Savaşımız” diyecek kadar sahip çıkan THKO’lu devrimcilerin hayatta kalanları 1970’lerde bu geleneğe sahip çıkarak toplum önüne çıktılar ve güç topladılar. Ancak 1970’lerin ikinci yarısından itibaren, Halkın Kurtuluşu adını taşıyan hareket içine savrulduğu “sosyal emperyalizm”ci görüşün etkisiyle dünya emperyalist sistemine bakışını değiştirdi ve varlık nedeni Anti-emperyalizm, Tam Bağımsızlıkçılık olan THKO çizgisinden uzaklaştı. Bu kesim bütün gücüyle ABD emperyalizmine karşı bağımsızlıkçı cephede olmak yerine Sovyetler Birliği karşıtı malum çizgiye oturarak yanlış yerde mevzilendi. 2000’li yıllara doğru bu geleneğin devamcısı olarak ortaya çıkan EMEP ise bu kez BDP-HDP siyasetinin peşinden gitti ve geleceğini bu harekete teslim ederek var olan gücünü de eritti.
5 Mayıs 2012’de ODTÜ Vişnelik’te Denizleri anma adına düzenlenen bir toplantıda eski THKO’luların bir kısmı geçmişe ve güncele dair değerlendirmeler yaptılar. Bu konuşmalar karşısında hayrete düşmemek mümkün değildi. İnsan bu kadar mı değişir!? Eski THKO’lulardan birçok kişi konuştu, iki-üç kişi dışında hiç birisi 1968-71 döneminde verdikleri mücadelenin esas karakterinin Anti-emperyalizm olduğuna vurgu yapmadı. Hepsi de Deniz’e sahip çıktı ama konuşmacıların çoğunluğu “Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye” mücadelesinin altını çizmedi. 68’in Türkiye’nin somut sorunlarından çok Batı’da ortaya çıkan gençlik hareketlerinden kaynaklandığını, enternasyonal olduğunu anlattılar. Dünyanın ve Türkiye’nin çok değiştiğinden, anti-kapitalist mücadelenin öneminden, küreselleşmeyle birlikte solun “sorular, sorular” sorması gerektiğinden, Avrupa’da ve Amerika’da ortaya çıkan yeni “sol” vb hareketlerin yaratıcılığından, Kürt meselesinin belirleyiciliğinden söz ettiler ama günümüzde ABD emperyalizminin bölgede ve Türkiye’de yürüttüğü politikanın anlamı ve sahnedeki aktörler üzerindeki etkisinden gerektiği gibi söz etmediler.
Konuşmacılardan birisi toplantılarına bir tek gencin katılmamasının nedeni sordu ama hiç kimse ikna edici bir cevap vermedi. Çünkü yapılan o konuşmaların ve sorulan soruların benzerlerini yıllardır liberalleşen solcular dünyanın birçok yerinde tekrar edip duruyorlardı. Ve bu liberal düşünceler dünyanın ezilenlerinin, sömürülenlerinin sorunlarına cevap üretmiyor aksine o sorunlara cevap üretecek olanların önünü kesiyordu. Yeni bir şey söyleniyormuş gibi Batı kaynaklı kalıplaşmış düşüncelerin tekrar edildiği toplantılara gençler neden gelecekti?
Bu toplantıda konuşmacılardan birisi Deniz Gezmiş’in idama giderken haykırdığı son sözlerini bile bütünlüğü içinde ele almayarak “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi” ifadesinden farklı sonuçlar çıkarmaya kalkıştı. Deniz’in bu son sözlerini bugün savunduğu görüşlerine dayanak yapmaya kalkması doğru bir tavır değildi. Avukatı Halit Çelek’in verdiği bilgiye göre, Deniz Gezmiş idama giderken halkımıza tam olarak şöyle seslenmişti:
“Yaşasın tam bağımsız Türkiye
Yaşasın Marksizm-Leninizm’in yüce ideolojisi
Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi
Kahrolsun emperyalizm
Yaşasın işçiler, köylüler.”
Bu toplantıda konuşan Deniz’in bazı eski arkadaşları, O’nun bu son sözlerinin ana temasının “Yaşasın tam bağımsız Türkiye” olduğunu görmezden geldiler. İki halkın birlikte vereceği mücadelenin asıl hedefinin “Tam Bağımsız Türkiye” olması gerektiğine yaptığı vurguyu es geçtiler. Halit Çelenk “İdam Gecesi Anıları” isimli kitabında Deniz’in sehpada yüksek sesle yaptığı bu haykırış sırasında “Kahrolsun emperyalizm” kısmını söyler söylemez savcının cellâda bağırmasını şöyle anlatır:
“(Deniz) Emperyalizm kelimesinin ‘izm’ini bitiremeden infaz savcısı:
Çek, çek! diye bağırıyor.” (H.Ç. S.86)
Ama O’nun bir kısım eski arkadaşı, Deniz’in düşüncelerine ve mücadelesine ana rengini veren “Anti-emperyalizm” ve “Tam Bağımsızlık”çılığın üstünden atlayarak onu anıyorlardı…
Bir eski THKO’lunun “Savunmayı da biz yaptık, şimdi de eleştiririz kime ne?” mealli, yeni konumlanışlarını izah etmeye dönük, sözlerine rağmen -altına 6 Mayıs 1972’de idam edilen üç devrimcinin de imzalarını attığı- THKO Savunması’nı okumaya devam edelim.
“Dünyanın ve Orta-Doğu’nun en eski devletlerinden biri olan Türkiye hala kalkınamamış olup, yarı bağımlı durumdadır. Bir avuç sermaye çevresi Amerikan doları uğruna ulusumuza ihanet etmiş ve bağımsızlığımızı yabancılara ticaret konusu yapmışlardır. Yurdumuzun bağımsızlığı için giriştiğimiz bu kavgada Kurtuluş Savaşımızda şehit olanların onurlarını ve ulusumuzun kaderini korumaya kararlı olduğumuzu bildiriyoruz.
Kurtuluş Savaşımızın tüm şehitlerine selam olsun…
Bugün ezilen halkların tek ve ortak düşmanı emperyalizmdir…
Türkiye halkı Kurtuluş Savaşımızda, emperyalizme ve uşaklarına, gerekli dersi nasıl verdiyse, bu defa da onurunu çiğnetmeyecek ve bağımsızlığını elde edecektir…
Emperyalizme ve onun emrindeki uşaklara karşı verdiğimiz kutsal bağımsızlık kavgamızın şehitlerine selam olsun…
Emanetiniz olan bağımsızlık ve kurtuluş bayrağını, alnımız açık, yiğitçe dalgalandırdık, bundan sonra da dalgalandırmaya devam edeceğiz.” (I. THKO Davası-Mahkeme Tutanakları, S.394-396)
THKO’luların savunmalarında yer verdikleri kavramları ve fikirleri okuyunca o dönemin samimi, dürüst ve yurtsever devrimcileriyle günümüzün küreselleşmeci “solcu”larının tamamen zıt yerlerde olduklarını açıklıkla görebiliyoruz. Bunun en somut kanıtlarından biri de Deniz Gezmiş’in savunmasıdır.
Deniz Gezmiş’in Savunması
Deniz’in savunmasındaki şu etkili sözlerini dikkatle okuyalım:
“… biz varlığımızı hiçbir karşılık beklemeden esasen Türk halkına armağan etmiş bulunuyoruz. Ve Türk halkları ve devletin bağımsızlığına armağan etmiş bulunmaktayız. Bu sebeple ölümden çekinmiyoruz… Türkiye’de gaflet dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunanlar varsa, bunlar ancak Amerikan emperyalizmi ile iş yapan çıkarcılardır…” (Age, S.319)
Deniz Gezmiş, savunmasının devamında öğrenci olmalarına rağmen “tek özlemleri”nin “Türkiye’nin bağımsızlığı” olduğunun altını çizdikten sonra iddianamede 14 Mayıs 1950 tarihinde ilk defa seçimle iktidarın değiştiğinin belirtilmesi konusunda şunları söyler:
“Bu tarih (14 Mayıs 1950 bn) bize göre, Amerikan Emperyalizminin Türkiye’de seçimle iktidara gelmesidir…”dedikten sonra ikili anlaşmaların bu tarihten sonra yapıldığını ve Türkiye’nin madenlerinin, petrolünün 1950’den itibaren Amerikalılara verildiğini ifade eder. (Age, S.320)
Savunmasında “Kurtuluş Savaşını da yerli yerine oturtmak gerekir” diyen Deniz, “50 sene evvel Kurtuluş Savaşı vermiş bir ülkenin çocukları” olduklarını belirttikten sonra şöyle seslenir:
“Biz yine çok iyi biliriz ki Türkiye Kurtuluş Savaşını yapmak için Samsun’a çıkanlara İstanbul Örfi İdaresince ve Mahkemelerince idam cezası verilmiştir. Ve yine bilmekteyiz ki Osmanlı İmparatorluğu yüzlerce generalinden ancak birkaç tanesi kurtuluş savaşına iştirak etmiştir. Ve yine bilmekteyiz ki Kurtuluş Savaşı yapıldığı sırada İstanbul’da bulunanlar bunları yapanlara eşkıya demiştir.” (I. THKO Davası-Mahkeme Tutanakları, S.320)
Lozan Antlaşmasının müzakereleri sırasında İngiliz delegasyonu başkanının İsmet İnönü’ye söylediği “bize tekrar geleceksiniz” sözlerine gönderme yapan Deniz Gezmiş, Kurtuluş Savaşı’nın aydınların yönetiminde yapıldığını ortaya koyar ve feodal mütegallibe ve eşrafın yönetime sızmasından söz eder.
“Bu eşraf ve mütegallibe evvela İş Bankası’na sızdı daha sonra da 1944–1945 yıllarında Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu hazırlıklarında bu tasarıya kesin cephe aldılar. Bunlar Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Demokrat Partiyi kuran kimselerdir. Böylece… 1950 tarihinde Amerikan emperyalizmi iktidara geldi.” (Age, S. 320-321)
Deniz Liberal Solcuların Yıllar Sonra Yapacakları Saptırma ve İnkârcılığa 1971’de Cevap Veriyor…
Bunun en somut örneklerinden biri Deniz Gezmiş’in 27 Mayıs ve sonrasındaki iktidar değişikliği hakkındaki değerlendirmesidir. Bu konuda şunları söylüyor:
“… Demokrat iktidar 27 Mayıs 1960’da tarihe gömüldü. Demokrat Parti gitti, bunun gitmesi ile tellaklar değişmedi, hamam aynı, … 27 Mayıs’ı kastetmiyorum, bundan sonrasını kastediyorum. Hamam aynı fakat bu defada tellaklar değişti. Amerika bu dönemde imdada yetişip İnönü’yü düşürdü (1965 bn), Demirel’i iktidara getirdi…” dedikten sonra iddianamede yer alan öğrenci hareketleriyle ilgili iddialara cevap verir:
“Öğrenci hareketlerine gelince, İddianamede Öğrenci hareketlerinin başlangıç tarihi 1968 olarak belirtilmektedir. Bu tarih yanlıştır. Türkiye’de öğrenci olayları 50-60 senedir eksik olmamıştır. Sultan Hamit’in Tıbbiye talebelerini Saray Burnundan denize attığı tarihten itibaren öğrenci hareketleri Türkiye’de devam edegelmiştir. 1908’i hazırlayan hareketler ileriye dönük hareketlerdir. Vagon-Li’yi tahrip eden gençler ilerici gençlerdir. İkinci Dünya Savaşı sırasında, faşizme hayır diyen gençler ilerici gençlerdir. Ve 28 Nisan 1960 tarihinde özgürlük savaşı veren gençler… İlerici gençlerdir. Amerikan emperyalizmi tarafından İnönü hükümetten düşürülünce protesto gösterisi yapan gençler ilerici gençlerdir. Anayasaya bağlılık mitingini de biz yaptık…*” (Age. S.321)
Anayasaya bağlılık mitinginde iktidarın kiralık adamlarının ve polisin saldırısına uğradıklarından söz eden Deniz, 1968 gençlik olayları sırasında üniversitelerin öğrenciler tarafından işgal edildiğini belirtir ve sonrasındaki gelişmeleri özetler:
“1968 senesine gelince Üniversiteler öğrenciler tarafından işgal edildi. İşgaller gayet meşru idi ve kürsü ağaları dahi bu işgallerin haklılığını hiçbir zaman inkâr edemedi. Ve 1968’de umumi efkar ve herkes öğrenci isteklerinin kabul edileceğini beyan ediyordu… Aradan üç sene geçti, bu üç sene içerisinde o zamanki isteklerin tahakkuku istikametinde en ufak bir kıpırdanma olmadı… Amerikan Filosuna karşı gösteri yapanlardan Vedat Demircioğlu polis tarafından hunharca öldürüldü… Bundan sonra… İktidarın… kiralık kuvvetleri ve polisi hunharca devrimcilerin üzerine saldırdı. Yirmiye yakın devrimci öldürüldü. Bunların hiçbirinin katili bulunamadı. Polis karakolları işkencehane yerine (çevrildi.) Hiçbir savcı buna karşı çıkmadı.”(Age. S. 321-322)
Deniz savunması sırasında İddianamede Atatürk’ü küçümsedikleri şeklindeki bir iddiayı cevaplandırırken, O’nun “İstiklal-i tam Türkiye” idealini yalnızca kendilerinin temsil ettiğini, Mustafa Kemal’e gerçekten sahip çıktıklarını belirtir. Ayrıca burada ifade ettiği “Diğer yurtseverler” kavramıyla diğer devrimci kesimlerin de bu anlayışta olduğunu ortaya koymaktadır.
“İddianamede bir gerçek tahrif edilmek isteniyor, bu hususu da belirtmek ve düzeltmek isterim. (İddianamede bn) Fikir özgürlüğünü ve Anayasayı paravan yapanlar önceleri Atatürkçü geçinirlerken, onun fikir ve şahsiyetini de küçük görmeye başladılar… ve sadece Mustafa Kemal tarafını beğeniyorlardı şeklinde bir cümle mevcut. Bunu kesin olarak reddediyorum, asla kabul etmiyorum. Diğer yurtseverler de bunu kabul etmez bu kasten tahrif edilmek isteniyor, gerçekler örtülmek isteniyor. Bu cümle art niyetle hazırlanmıştır. Bu memlekette Mustafa Kemal’e gerçekten sahip çıkanlar varsa onlar da bizleriz. Onun istiklal-i tam Türkiye idealini yalnızca biz devam ettiriyoruz.” (Age, S.322)
Deniz, İddianamede “Anayasayı cebren ilgaya teşebbüs ettikleri” şeklindeki ithamı kabul etmediklerini belirtirken “bu ülkede Anayasayı en fazla” savunanların kendileri olduğunun altını çizmektedir:
“… bu ülkede Anayasayı en fazla savunan bizleriz. Anayasayı ihlal edenlerse ortadadır. Anayasanın uygulanmasını isteyen gene bizleriz. Anayasayı uygulamayan yavuz kimselerse hala ortadadır… İddia Makamı bizim vermekte olduğumuz bağımsızlık savaşına karşıdır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına karşı, reformlara karşıdır. Ve bu nedenle bizim Anayasayı ilgaya teşebbüs ettiğimizi ileri sürmektedir…” (Age, s.322-23)
Deniz Gezmiş savunmasında Demirel’i anayasayı ihlal etmekle ve despotlukla suçlar ve bu arada 27 Mayıs İhtilalini yapanlardan “38 yurtsever subay” şeklinde söz ederken geçmiş yöneticileri, 12 Mart döneminin sorumlularını ve yargı mensuplarını da itham ederek şöyle der:
“… Amerika sizin döneminiz sırasında Türkiye’ye girdi ve hiç biriniz sesinizi çıkarmadınız ve Demokrat Parti iktidarına 10 yıl ses çıkarmadınız, taaki 38 yurtsever subay ses çıkarana kadar ve onları devirene kadar… Süleyman Demirel’in Anayasayı ihlaline ve despotizmine ve ülkeyi Amerika’ya satmasına ses çıkarılmadı. Ve meydanlarda bunlara karşı bizler dövüşmek mecburiyetinde kaldık bizler kurşunlandık.” (Age, S. 323)
Deniz Mücadelelerini Ülkenin Bağımsızlığı İlkesi Üzerinde Oturtmaktadır
Deniz Gezmiş savunmasında sürekli olarak bağımsızlık vurgusu yapmakta ve mücadelelerini bu ilkeye bağlarken, varlıklarını Türkiye halkına armağan ettiklerini belirtmektedir.
“Türkiye’nin bağımsızlığından başka hiç bir şey istemedik ve hayatımızı bu yola koyduk, varlığımızı Türkiye halkına armağan ettik. Bunun aksini iddia edenler vatan hainidir.” (Age, S.323)
Deniz, 3 Mart 1971’de 4 Amerikalıyı kaçırdıktan sonra THKO adına yayınladıkları bildiriye gönderme yaparak savunmasına devam eder. Burada emperyalizme ve içerdeki işbirlikçi sermayeye karşı mücadeleyi esas aldıklarını belirtir. Emperyalizmle işbirliği yapan feodal ve yarı-feodal güçleri de hedefleri arasında sayar.
“… Orada açıkça da anlatıldığı gibi bizim düşmanımız Amerikan emperyalizmi ve onun yerli işbirlikçileridir. Yine bildiride açıkladığımız gibi yerli işbirlikçiler hain patronlar yani emperyalizmle işbirliği yapan patronlar feodal mütegallibe yani bezirgânlar, tefeciler, toprak ağaları ve diğer işbirlikçileri ve bizim bütün eylemlerimiz bu hedefe yönelmiş bulunmaktadır…” (Age, S. 324)
Deniz kime karşı silah kullanmadığını ama silahını kime çevirdiğini açıklamaktan da geri durmaz:
“Ben silahımı halka orduya karşı kullanmadım, ancak vatan hainlerine karşı kullanmak maksadıyla taşıdım ve halka ve orduya karşı kullanırım şeklinde beyanda bulunmadım. Silahlarımızı vatan hainlerine çeviririz…” (Age, S. 328)
Deniz, “Profesyonel devrimci”nin kim olduğunu şu ifadelerle ortaya koyar:
“Profesyonel devrimci bugünün Türkiye’sinde kendini hayatı boyunca Türkiye’nin bağımsızlığına adayan kimsedir.” (Age, S. 329)
Deniz Gezmiş savunmasında Misak-ı Milli kavramı, Türk ve Kürt halklarının birlikteliği ve ortak mücadeleleri hakkında da görüşlerini ortaya koymakta ve şunları söylemektedir:
“Ayrıca iddianamede Türkiye halkının bir takım etnik gruplardan teşekkül ettiği iddiaları ve bunu bizim yaptığımız, ortaya attığımız ithamları mevcut bulunmaktadır. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisinin kararında ve Misakı Millide şu vardır. Misakı Milli sınırları içinde iki kardeş kavim yaşar Türk ve Kürt kavmi yaşamaktadır. Birinci Büyük Millet Meclisinin kararı böyledir. Türkiye’de iki kardeş kavmin ve unsurun yaşadığını kabul etmektedir. Bunu kabul etmek bölücülük değildir. Bölücülük olarak kabul edildiği takdirde Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Mustafa Kemal’i de bölücü olarak kabul etmek gerekir. Bu iki kardeş unsur Birinci Kurtuluş Savaşını müştereken başarmışlardır. Güney cephesinde düşmanla omuz omuza savaşmışlardır. Bu ikisine birden biz Türkiye halkı diyoruz ve bu iki kardeş unsur ikinci bağımsızlık savaşını müştereken başaracaklardır. Asıl bölücüler bu gerçeği kabul etmeyenlerdir.” (Age, s.330)
Görüldüğü gibi Deniz, “iki kardeş unsur”un emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı verecekleri “ikinci bağımsızlık savaşını müştereken başaracak”larına vurgu yapar ve sonra “Asıl bölücülerin bu gerçeği kabul etmeyenler” olduğunu açıklar.
Deniz savunmasının sonunda mücadelelerini 1961 Anayasasının başlangıç bölümünde yer alan direnme hakkına dayandırır ve bu haklı kavgalarını Türkiye’nin bağımsızlığı için verdiklerini açık ve net bir biçimde ortaya koyar:
“Ben şunu iddia ediyorum ki hareketimiz tamamen Anayasal bir harekettir. Anayasanın başlangıç ilkesinde belirtilen Ulusun zulme karşı direnme hakkını kullandık. Bu sebeple Anayasal bir davranışta bulunduk. Yaptıklarımızın haklı olduğuna inanıyorum. Halen de bu inancı taşıyorum. Türkiye’nin bağımsızlığından başka bir şey istemedim. Ve bu sebeple Amerikan emperyalizmine ve işbirlikçilerine karşı mücadele verdik. Bundan dolayı ölümden korkmuyoruz. Onu ancak işbirlikçiler düşünsün ve ancak onlar kendi canının telaşına düşsün ve ben 24 yaşımdayken kendimi Türkiye’nin bağımsızlığına armağan etmekten onur duyuyorum. Bağımsızlık düşüncesini mezara kadar götüreceğiz.” (Age, S.331)
Görüldüğü gibi Deniz savunmasını “Bağımsız Türkiye” şiarıyla başlatır ve yine bu şiarla bitirir. “Bağımsızlık düşüncesini mezara kadar” taşıyacaklarını ifade eder. Emperyalizmin ülkemizi işgaline ve işbirlikçilerinin halk üzerindeki sömürü ve tahakkümüne son vermeyi amaçlayan bu şiarın devrim anlayışı olarak karşılığının MDD olduğu açıktır.
Hüseyin İnan’ın Savunması
THKO hareketine en fazla emek harcayan ve fikri olarak can verenlerin başında Hüseyin İnan gelir. Hüseyin İnan, savunmasında iddianamenin politik yönünün ağır bastığını, verilecek kararın politik ortamın ürünü olacağını belirttikten sonra Cumhuriyet döneminin politik ve ekonomik yapısının anlaşılır hale getirilmesi durumunda, THKO’nun çıkışının da anlaşılabileceğini ifade eder ve şöyle der:
“Milli Mücadele Subay, Aydın, İşçi, Köylü ittifakının omuz omuza vererek başardıkları bir mücadeledir. Bu dönemde yurdu istila eden düşman saflarındakiler, Padişah ve onun dayanağı toprak ağaları, tüccar ve eşraftır. Önceleri Milli Mücadeleye karşı olan ve düşmana yeşil ışık yakan bu güçler daha sonraları, halkımızın başarılarına ve ülkenin düşmandan temizleneceğine emin olduktan sonra, derhal saf değiştirmişler ve yurtsever kesilmişlerdir. Kurtuluş Savaşı dönemine baktığımız zaman yurdumuzu dört bir yandan işgal eden düşman askerlerine bunların ‘hoş geldiniz’ dediğini görürüz. Yunan ordusu İzmir’i işgal ettiği zaman tek başına hayatını ortaya koyarak karşı koyan ve silah kullanan Hasan Tahsin bu güçlerin gözünde vatan hainidir. Yurtseverlerin gözünde ise gerçek bir kahramandır. Bu da gösteriyor ki, vatan hainliği şartlara ve değişik güçlerin menfaatlerine göre değişen bir kavramdır.” (I. THKO Davası, s.335-36)
Hüseyin İnan, Kurtuluş Savaşından sonra–ağa, tüccar ve eşraf takımının– padişah desteğinden mahrum kaldıklarını ifade ettikten sonra şunları söylüyordu:
“Düşmanlar yurttan yeni atıldığı için (ağa, tüccar ve eşraf takımı bn) emperyalist devletlerden yardım alamadı. Ve varlığını korumak için yurtsever oldu. Ve Meclise kadar sızdı. Bir taraftan gizli çalışarak, eski otokratik düzeni tekrar getirmeye çalışıyor, bir taraftan da meclise ağırlığını koyarak reformları engellemeye çalışıyordu. Padişahlık kalktı fakat bunların toplum içindeki kökeni yok edilemedi. Eski güçleri zayıflamıştı, tek başlarına iktidara gelecek güçte olmadıkları için, yine tek kurtuluş yolunu dış destekte buldular.” (Age, S. 336)
Bu egemenlik ve iktidar peşinde koşan gerici takımının bundan sonra neler yaptıklarını, hangi dış güçlerle işbirliği içine girdiklerini, nasıl demokratlar (!) olduklarını Hüseyin İnan savunmasında açık bir şekilde ortaya koymaktadır:
“Ve zamanın Ortadoğu’daki hâkim devleti İngiltere ile gizli anlaşmaya başladılar… Hilafetin, tekke ve zaviyelerin kapatılmasına açıkça karşı koymuşlar, 1925 Şeyh Said isyanı ile şanslarını denemişler, 1926’da İzmir’de Atatürk’e suikast düzenlemişler, fakat başaramamışlar, 1930’larda Serbest Fırka etrafında birleşmişler, fakat sonradan faaliyetleri yasaklanmıştır… 1930-1939 yıllarının Devletçilik politikası karşısında direnerek varlıklarını korumuşlar ve ekonomik yapıda bir güç olma durumlarını devam ve muhafaza ettirmişlerdir. Bu dönemdeki ağır sanayiye yönelik devlet politikasına karşı her türlü gayri meşru yollara başvurarak kazançlarına kazanç katmışlardır… Başlarında 1950-1960’ların Cumhurbaşkanı Celal Bayar olduğu halde dışarıdan destek alarak iktidarı ele geçirmeye azimlidirler… 1939-1945 yıllarındaki savaş politikası halkı açlığa sefalete ve kıtlığa mahkum ederken bu takım yani ağa, tüccar, eşraf takımı palazlanma imkanı bulmuş ve yükünü tutmuştu. Halen CHP içinde olmalarına rağmen hem Devletçilik politikasına meydan okumakta ve hem de ekonomik yapıyı ele geçirmeye çalışmaktadırlar…” (Age, S. 336-37)
Hüseyin İnan’ın Cumhuriyet dönemiyle ilgili görüşlerini uzun bir şekilde alıntılamamın nedeni, bu büyük devrimciyi her 6 Mayıs’ta anan gençlerin onun hangi düşünceler için ölüme gittiğini açıkça görmelerini sağlamak içindir.
ABD Emperyalizminin Dünya Gücü Olması ve Türkiye’yi Hegemonyası Altına Alması Süreci
Hüseyin İnan, İkinci Yeniden Paylaşım Savaşı sonrasını değerlendirirken ABD emperyalizminin dünya gücü olarak sahneye çıkmasını ve İkinci Yeniden Paylaşım Savaşı sonrasında “demokrasi” kavramını hegemonya kurma aracı olarak ileri sürmesini anlattığı savunmasında bu politikanın Türkiye’deki işbirlikçiler arasında karşılık gördüğünü ama Amerikancı demokrasiyi benimseyen bu çevrelerin Toprak Reformu’nu engellemelerinden söz eder. Bu arada BM’e girme, demokrasi ve çok partili hayata geçme konularında DP’yi kurmaya hazırlananların iki yüzlülüklerinden söz etmektedir:
“Tarih sahnesine yeni bir dev çıktı, ABD, o yılların sloganı haline gelen Demokrasi sözü ve yeni devin yeni yüzü bu takımın hoşuna gitti, CHP içinde ve parlamentoda önemli ağırlıkları vardı, ortak istediklerini yapabilecek güçteydiler… O zamanın Türkiye’sinin en önemli ilerici iki sorunu olan Toprak Reformu ve BM’e girme ve çok partili rejime geçme konusunda farklı davranışları, toprak reformuna hayır diyerek engellemişler ve yeni parti kurmak istedikleri için BM’e girme ve çok partili rejime geçme konusunda Demokrasi adına en büyük ilerici kesilmişlerdir.” (Age, S.337-338)
DP’nin bu işbirlikçi kesim tarafından kurulduğunu ve ABD yardımı almak için her türlü oyunun oynadıklarını belirten Hüseyin İnan, 1919’lardaki Amerikan Mandacısı zihniyetin nihayet muradına erdiğini ifade etmektedir:
Demokrat Partiyi kurdular. Bir taraftan yurdun her yerinde ağa, tüccar, eşraf kontrolünde teşkilatlanırken, diğer taraftan Amerikan yardımı almak için her türlü oyunu oynadılar ve Marshall yardımını yurda soktular. Böylece Dünyadaki yeni emperyalist canavar ABD ile Türkiye’nin Mandacı zihniyeti DP dost oldu. 1919’larda Amerikan Mandası diye kendini yırtan bu takım nihayet muradına nail oluyordu.” (Age, S.338)
Hüseyin İnan savunmasının bundan sonraki kısmında, 1950 seçimlerine bu koşullarda gidildiğini, seçimde halkın tek partili döneme olan tepkisi nedeniyle ve gerçek dışı vaatler ve gericilik propagandasıyla DP’nin iktidar olduğunu, Aydınlı bir toprak ağası olan Adnan Menderes’in de başbakanlığa getirildiğini anlatır. Bu gelişmenin “25 yıllık gerici mücadelenin yeniden iktidara gelişi” olduğunun altını çizdikten sonra bu konuda şu tespiti yapıyordu: “Yüzyıllar öncesinin gerici düşünceleri hortlatıldı ve ilerici güçlere karşı amansız bir baskıya girişildi.” (Age, S.338-339)
Hüseyin İnan, Sıkıyönetim Mahkemesinde yaptığı savunmasında Kurtuluş Savaşı vermiş bir ülke olan Türkiye’nin tekrar emperyalizmin güdümüne sokulduğunu ve demokrasi vaadiyle muhalefetin susturulduğunu, ülkenin ekonomik değerlerinin ABD’nin hizmetine sunulduğunu ve sanayileşmesinin önünün kesildiğini açıklar:
“Bundan sonra (DP’nin iktidara gelmesinden sonra bn) Amerika’ya kapılar sonuna kadar açıldı. Yabancı sermaye teşvik kanunu çıkarıldı. NATO’ya girildi, ikili anlaşmalar yapıldı, ekonomik ve askeri alanda Amerika’ya bağlanıldı. Ve Kurtuluş Savaşı vermiş Türkiye tekrar emperyalizmin güdümünde bir ülke oldu. Demokrasi vaadi ile DP bütün muhalefet politikasını susturdu. Yeraltı ve yerüstü servetlerimizi Amerika’nın emrine verdi… Amerikan mamul maddelerinin satılması gerektiği için ağır sanayi engellendi. Montaj sanayine hız verildi.” (I.THKO Davası, s.338-39)
27 Mayıs ve Sonrası
Hüseyin İnan savunmasında, DP iktidarı döneminde, ABD’nin ülke ekonomisi üzerinde etkinlik kurduğunu, NATO ve ikili anlaşmalarla bağımlılığın perçinlendiğini anlatır ve artık ülkemizin Kurtuluş Savaşı öncesine, geriye götürüldüğünü belirtir ve sonra 27 Mayıs ve ertesindeki gelişmeler hakkındaki görüşlerini ortaya koyar.
“Bu gidişe 1960 yılında son verildi. DP kapatıldı. Siyasi ortamda at koşturanlar cezalarını çektiler, fakat bunları iktidara getiren Amerika’yı yurda sokan takıma önemli bir şey yapılmadı. Bir yıl sonra yeni Anayasanın kabulü ve normal siyasi ortamın kurulması ekonomik yapıya hâkim olan bu takım AP adıyla sahneye çıktı. Ve 1964 yılına kadar bocaladı.” (Age, s.339)
Hüseyin İnan, İnönü’nün Başbakanlıktan düşürülüşü ve Demirel’in iktidar oluşunu anlatarak savunmasını sürdürür.
“Aynı yıl (1964 bn) Amerikan oyunu ile İsmet İnönü düşürüldü ve AP tekrar iktidara geldi. Toprak ağası olan eski Başbakanın (Menderes bn) yerini artık bir Amerikan Şirketinin Temsilcisi Süleyman Demirel aldı. Politikası ve tutumu ile DP’den hiçbir farkı olmayan bu iktidar 12 Mart muhtırasına kadar iktidarda kaldı.” (Age, s.339)
Hüseyin İnan savunmasında 27 Mayıs’ın getirdiklerinden; 1961 Anayasasının kalkınmacı, reformcu karakterinden ve bu anayasanın gelecek iktidarların gerici yollara girmesini önlemeye yönelik oluşturduğu kurumlardan söz etmektedir.
“27 Mayıs’ın getirdiği önemli iki mesele, 1-Ülke kalkınmasına, sanayileşmeye açık ve reformları ön gören 1961 Anayasası, 2. Bu Anayasanın teminatında gelecek iktidarın keyfi tutum ve politikasının faşizm yöntemini önleyici kurum ve müesseseler getirmesidir.” (Age; S.339)
Anayasanın AP iktidarları dönemindeki (1965–71) uygulanması, daha doğrusu uygulanmaması, yapılan partizanlıklar, kalkınma konusunda gerekli olan adımların atılmaması ve anayasanın yapılmasını emrettiği reformların gerçekleştirilmemesi hakkındaki görüşlerini ise şöyle dile getiriyordu:
“AP 27 Mayıs’ın ve 1961 Anayasasını kendisine düşman bildiği için Anayasayı uygulamadı ve rafa kaldırdı. Devletin kurum ve müesseselerine keyfince adam atayarak, yanlış uygulamalarla buraları Parti büroları haline getirdi. Ve bunu büyük oranda başardı. Temel politikası DP’nin aynısıydı. Montaj sanayi hızla ilerledi. Ağır sanayi kurulamadı, halkın sefaletle geriliği devam etti. Anayasanın öngördüğü reformlar yapılamadı. Ve kısaca Türkiye geri kalmış bir ülke olmaktan kurtulamadı.” (Age, S.339-40)
Hüseyin İnan Türkiye Gerçeklerinin Altın Çizer
Hüseyin İnan burada “Anayasanın emrettiği reformlar yapılamadı” derken aslında “yapılmadı” demek istediği çok açık. Savunmasının bundan sonraki kısmında Türkiye’nin o günlerdeki ekonomik, askeri ve siyasi bağımlılığının haritasını çıkarır.
“35 milyon nüfusunun 24 milyonu köylerde, okulsuz, yolsuz açlığa terk edilmiş halde halkının %70’i hala okur-yazar olmayan, 500 bin işçisi Almanya’ya, Avustralya’ya göçmen olarak gitmek isteyen milyonların sırada beklediği köyden şehre akının hızla geliştiği, şehirlerin sanayileşmediği, köylerin hala ağa, tüccar, eşraf kontrolünde olduğu, yıllık kalkınma hızının yıllık nüfus artışının altında bulunduğu, seçimden seçime elli, yüz yıllık yatırımların temlinin atıldığı, ağır sanayi diye kolonya fabrikalarının açıldığı, tarikatçılığın, nurculuğun ve kuran kurslarının asırlar öncesinin geri düşüncelerini yaydığı bir Türkiye”yi anlatıyordu. (Age, S.340)
Savunmasına emperyalizmin ülkemizi nasıl hegemonyası altına aldığını açıklayarak devam eden Hüseyin İnan, halkın karşı karşıya bırakıldığı önemli sorunları ve baskıları tarihi süreç ve o günün gerçekliği içinde özetler:
“1955 ikili anlaşma, 101 üssü, NATO’su, CENTO’su, 20 bin askeri, binlerce Barış Gönüllüsü ve Bakanlıklardaki danışmanları ile askeri, kültürel alanda; montaj sanayii, meşrubat sanayii, tüketim sanayii, sağlık ve turistik tesisleri ile ekonomik alanda ve Morison şirketinin Türkiye temsilcisi Süleyman Demirel ile politik alanda Amerika ülkemiz yönetiminde söz sahibi oldu. Böyle bir Türkiye bize göre yarı bağımlı bir Türkiye’dir… Türkiye gibi ekonomisi Amerika’ya bu derece bağlı ve bu kadar üssün bulunduğu ülke parmakla gösterilecek kadar azdır. Ama ne yazık ki, Kurtuluş Savaşında milyonların canı ve malı pahasına kurtulan Türkiye bir avuç insanın menfaati uğruna Amerika’ya bağımlı hale getirildi. Bugün yurdumuzda her doğan çocuk Amerika’ya 3500 lira borçlu doğmaktadır. Yıllardır alınan borçların faizi borçların kendisini geçmiş fakat bu borçların kat kat fazlası kar dışarı transfer edilmiştir. Yurdumuzu Amerika’ya peşkeş çekenler 1940’larda Almanya’ya alkış tutanlar 1900’lerde İngilizlerle Osmanlı Devletini paylaşanlardır. Böyle bir ortamda halkımız demokratik taleplerle ortaya çıkınca zorla bastırılıyorlardı. İki yılda kanuni gösteri ve yürüyüşlerde 20’den fazla genç ölmüş binlercesi yaralanmıştır.” (Age, S. 340-41)
Hüseyin İnan, ülkemizin emperyalizm tarafından tahakküm altına alınma sürecini anlattığı bu satırlardan sonra egemen sınıfların 61 Anayasasına bakışını, iktidar çevrelerinin yasakçılığını ve onlara karşı gelişen muhalefeti anlatır:
“1961 Anayasasına öcü gözü ile bakıldı. Ve nerede ise Anayasa sözcüğünü dahi yasaklar oldular. Böyle bir ortamda iktidarı yıpratıcı çeşitli baskı unsurları doğdu. Bunların bir kısmı açık, bir kısmı gizli çalışıyordu. İşte THKO böyle bir ortamda mücadeleye başlamıştı. Yayınladığımız bildiride açıkça düşman olarak ilan ettiğimiz emperyalizm, işbirlikçi patronlar ve ağalar takımı bunlardır. Bunlara karşı mücadeleyi bir yurtsever olarak ve inanarak yürüttük.” (Age, s.341)
Hüseyin İnan 12 Mart Muhtırasının verilişini, muhtevasını ve sonrasını açıklarken tekelci sermaye içindeki çelişkilere de vurgu yapar.
“12 Mart Türk Silahlı Kuvvetlerinin namlularını parlamentoya ve Demirel Hükümetine çevirdiği gündür. Muhtıradan sonra Hükümet çekilmiş, Parlamento yerinde kalmıştır. Oysa muhtırada Parlamento da Hükümet kadar suçlanmaktadır. Muhtıranın diğer kısımlarında ise yeni Hükümetin Atatürk Devrimlerini gerçekleştirmesi Anayasal reformları yapması ve anarşiye son vermesi istenmektedir… (Muhtıradan sonra bn) AP iktidardan çekilmiş, fakat Parlamentoda ağırlığını muhafaza etmiştir. Yeni iktidar için AP, CHP’nin çoğunluğu, MGP ile diğer partilerin ittifakı ile Erim iktidarı sahneye çıkmıştır. Muhtırada Atatürk Devrimlerinden ve Anayasal reformlardan bahsedilmesine rağmen böyle bir iktidarın yerine İkinci Cihan Savaşının hortlattığı Hacı Ömer Holding ve Akbank saltanatıyla AP tahttan inmiş, yerine Koç Holding ve Yapı Kredi Bankası saltanatı Erim iktidarıyla tahta geçmiştir… Bu iki güç arasında önemli sayılabilecek bir fark Erim iktidarında toprak ağalığı ve tefecilik gibi konularda AP’den daha ilerici ve dürüst bakanların bulunmasıdır.” (Age, S.341-42)
Hüseyin İnan’ın sözünü ettiği “AP’den daha ilerici ve dürüst bakanlar” hükümete girmelerinden yaklaşık 8 ay sonra istifa eden 11’lerdir. “Beyin Kabinesi” olarak anılan 1. Erim Hükümetiyle ilgili kamuoyunda büyük bir reform beklentisi yaratılmıştı. Ancak kısa sürede aksi yönde gelişmeler ortaya çıkacak ve sonuçta 11’ler istifa edeceklerdi.
Hüseyin İnan, AP’nin iktidardan düştükten sonra da ekonomiyi kontrol edebildiğini çünkü ABD ile ilişkilerini sürdürdüğünü söyler ve savunmasına şöyle devam eder:
“Bu yüzden Erim Hükümeti AP’yi karşısına alacak güçte değildir. Onu kendisine destek yapmak zorundadır ve böyle davranmıştır… Erim iktidarı namluların desteği ile ve AP ile menfaat ilişkilerine girerek, varlığını devam ettirmiştir.”
Koşulların AP ile Erim Hükümetini pazarlığa ittiğini, AP’nin yargılanmamak şartıyla Erim’e destek olduğunu belirten Hüseyin İnan, bu ilişkinin ne kadar süreceğinin belli olmadığını belirttikten sonra “bir de işin diğer yönü” olduğunu söyler:
“12 Mart muhtırası ile bir hükümet düşürülmüştür. Suçu açıktır. Anayasayı ihlaldir. Türkiye halkına ve Dünya kamuoyuna Erim iktidarının hesap vermesi gerekir. (Erim, hesabı asıl suçlu olan AP iktidarını yargılamadığı için vermelidir, bn.)Oysa asıl suçlu, AP, Erim iktidarı ile ittifak halindedir. Bunun için başka suçlu bulmak gerekir. Ve biz 20 genç asıl suçlu olarak vatana ihanetten şu anda mahkeme huzurundayız. 50 yılın bütün hesabını 20 gençten soruyorlar. Bununla da kalmayarak daha da ileri gidiyorlar, üç ayda eşi görülmemiş zamların, vergilerin ve hayat pahalılığının yaratıcısı ve reformların engelleyicisi Parti ve Bakanların üstüne örtü çekilerek dikkatler bizim üzerimize çekilip, biz 20 genç topun ağzına sürülüyoruz.” (Age, S.342-43)
Verilecek cezayı yukarıda anlattığı “pazarlık”ın belirleyeceğini ifade eden H. İnan “İddia makamını muhatap olarak” almadığını belirttikten sonra şöyle diyordu:
“Ve Mahkemeyi bağımsız yargı olarak kabul etmiyorum. Karanlık günler yaşadığımız Erim iktidarı döneminde sözlerimizin halktan gizleneceğini biliyorum. Cezamızın başka organlarca verileceğini (de) çok iyi biliyorum.”(Age, S.343)
Mücadele Sürecektir
Hüseyin İnan, Anayasaya saygı yürüyüşlerinde saldırıya uğradıkları halde Anayasayı ortadan kaldırmakla suçlanmalarının tezat teşkil ettiğinden söz eder ve yargılamanın sonucu ne olursa olsun söylediklerinin gerçekleşeceğini ve mücadelenin mutlaka devam edeceğinin altını çizer.
“Bu kavga biz olmasak da devam edecektir. Türkiye halkı var oldukça devam edecektir. Yurtsever analar var oldukça devam edecektir.” (Age, S.344)
Hüseyin İnan, savunmasında devrimcilerin Türkiye’de ilerici her adıma destek verdiklerini, gericiliğe ise hep karşı çıktıklarına vurgu yaptıktan sonra 12 Mart yönetiminin reformculuğu konusunda şunları söyler:
“… toprak reformu yapacak bir iktidar o reformun stratejisi için toprak ağalarının partilerinden yardım bekler(se) buna sadece güleriz. Onun için tekrar ediyoruz. Bu reform beyaz bir reform olacaktır. Sadece yapılmış olmak için yapılacaktır…” (Age, S.345)
Erim Hükümetinin reformculuğuna inanmayan Hüseyin İnan, her şeye rağmen “Petrol, Boraks gibi madenlerin devletleştirilmesi çok önemli ve ilerici harekettir” demektedir. Kromun devletleştirilmesini de isteyen İnan bunları yapmaya iktidarın gücünün yetmeyeceğini çünkü bu girişimlere ABD’nin engel olacağını ve iktidarın Amerika ile ortaklığı devam ettireceğini ifade etmektedir.
Sıkıyönetimin gerçek nedeninin Anayasayı değiştirmek ve iktidarda kalabilmek olduğunu belirten Hüseyin İnan, Erim’in yeni bir Salazar olma sevdasında olduğunu ifade eder.
Savunmasında THKO’nun ülkenin emperyalizme olan bağımlılığına son vermek amacıyla mücadeleyi başlattığını anlatan Hüseyin İnan, bu örgütün düşünce ve eylemlerinin isnat edilen suç ve istenen ceza ile ilgisinin olmadığını ortaya koymaya çalışır. 12 Mart muhtırasından, bu muhtıra sonrasında kurulan Erim hükümetinin sınıfsal karakterinden, AP’nin bu dönemde de oynadığı önemli rolden ve asıl suçluların emperyalizm, işbirlikçileri, 12 Mart darbecileri, Erim iktidarı ve müttefiki AP olduğunu belirten Hüseyin İnan, savunmasının sonunu şu sözlerle bağlıyordu:
“1961 Anayasası için hayatlarını ortaya koyan 27 Mayıs ihtilalinin öncüleri Vatan haini ilan edilmek üzeredir. İhtilalin başı Cemal Gürsel Amerikan hapları ve iğneleri ile çoktan öldürülmüştür. Hepsinin yerini Erim faşizmi almıştır. Fakat bizler yarınlara ümitle bakıyoruz. Çünkü tarih çok büyük saltanatları yerle bir etmiştir. Buna inancım tamdır. Son sözüm yaşasın 1961 Anayasası” diyerek savunmasını bitirir. (I. THKO Davası Mahkeme Dosyası, s.346)
Yusuf Aslan’ın “Son Sözleri”
Yusuf Aslan’ın idam sehpasındaki son sözleri bütün devrimciler için unutulmayacak niteliktedir.
Halit Çelenk, Yusuf Aslan’ın “sehpanın altında, yüksek ve yürekli bir sesle” şöyle haykırdığını yazar:
“Ben ülkemin bağımsızlığı ve halkımın mutluluğu için şerefimle bir defa ölüyorum.
Sizler, bizi asanlar şerefsizliğinizle her gün öleceksiniz.
Biz halkımızın hizmetindeyiz.
Sizler Amerika’nın hizmetindesiniz.
Yaşasın devrimciler!..
Kahrolsun Faşizm!..”
Görüldüğü gibi THKO’nun önderleri her şeyden önce anti-emperyalist, yurtsever-devrimcilerdi. Ülkemizin kurtuluşu-bağımsızlığı ve halkımızın gerçek demokrasi ortamında, mutlu bir şekilde yaşaması için mücadele eden, bu uğurda hayatlarını feda eden insanlardı. Geçmişin bütün ilerici-devrimci değerlerine sahip çıkıyorlardı. Ama daha sonraki süreçlerde Onların takipçisi olma iddiasıyla ortaya çıkanların Onların yolunu geliştirdikleri söylenemez. Hele de son yıllarda öyle şeyler yaşandı ki, koca bir gelenek göz göre göre yok edildi. İzlenen zikzaklı ideolojik çizgilerin üzerine bir de Türkiye halkının gerçeklerine ve mücadele geleneğine aykırı politikalar eklenince bu büyük ve yerli hareket adeta bitirildi.
Son bir not: Tohumu Kızıldere’de atılan devrim kardeşliği 1970’li yıllarda da sürdürülseydi Türkiye sosyalist hareketi ülkemizin geleceğinde ağırlığını etkili bir şekilde koyabilirdi. Bu durumda kelimenin gerçek anlamıyla birleşik devrimci mücadeleyi örgütleyebilirdik ve bugünlerde karşılaştığımız olumsuzlukların hiçbirini yaşamak zorunda kalmazdık.
Denizlerin verdiği kavgaya; emperyalizme, her türlü gericiliğe ve sınıf mücadelesinden sapmalara karşı duracak devrimci-yurtsever, sosyalist gençlerin sahiplenmesi umuduyla…
Mehmet Ali Yılmaz
(*) Deniz’in sözünü ettiği Vagon-Li, Osmanlı’nın son yıllarında ve Cumhuriyet döneminde ülkemizde faaliyet yürüten Fransız demiryolu şirketidir.
Vagon-Li olayı şöyle meydana gelmiştir: 1933’de bu şirketin Beyoğlu’ndaki bürosunda bir Türk çalışan Türkçe konuşur. Şirketin Belçikalı müdürü büroda Fransızca konuşma zorunluluğu olduğu gerekçesiyle bu memura para ve 15 gün işten uzaklaştırma cezası verir. Bu olayın kamuoyuna yansıması üzerine Darülfünun’lu ve MTTB üyesi binlerce genç (ünlü matematikçimiz Cahit Arf da aralarındadır) bu şirketin Beyoğlu ve Karaköy bürolarını tahrip ederler, gazetelerin önünde gösteri yaparlar.
Vagon-Li olayından sonra Pera’daki şirketlerin yabancı dille yazılmış tabelaları Türkçe yazılır ve 1928’de olduğu gibi “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyası yeniden başlatılır.
Vagon-Li daha sonra diğer yabancı şirketler gibi devletleştirilir.
anafikir.gen.tr