Sansaryan Hanı’na ilk olarak 1970 ilkbaharında pasaport olmak için gitmiştim. O zaman 18 yaşındaydım. Aileme açıkladığım hedefim Almanya’da Tıp Fakültesi’nde okuyan sosyalist sempatizanı Guineli arkadaşımın ülkesi Afrika’ya gitmekti ama sonuçta yaşamımda ilk defa evimden epeyce uzaklaşıp Antakya Reyhanlı’da bölgenin sıcak ve erdemli genç insanlarından Sait Çelik ile tanışınca, pasaportlu olduğum halde sınırı kaçak olarak geçip El-Fetih’e katılma macerasına atıldım. Suriye gizli servisi tarafından gözaltına alınınca pasaportuma da el koymuşlardı. Modern alış-veriş merkezlerinin atası olan Sansaryan Hanı ortasında çamlı damı olan pek de geniş olmayan bir hole açılan ilginç bir yapıydı. Kasvetli ve soğuktu. Belki polis merkezi olmasından dolayı bizim üzerimizde yarattığı psikolojik algılamadan öyle farz ederdik…
7 Mart 1971 akşamı bir ihbar sonucu gözaltına alınıp ikinci kere Sansaryan Hanı’nın kapısından girdim. Bu sefer aşağı kattaki pasaport katına değil, en üst kattaki hakkında hiç de hayırlı olmayan hikâyeler yazılmış Siyasi Şube’nin yolcusuydum. Önce parmak izlerimin alınması için aşağı katlardan yukarı doğru “suçlu ritüeli” başlardı. Fakat bu arada ilginç bir olay oldu. Ben Türkiye İşçi Partisi’nin Bakırköy şubesi Gençlik Kolları’na 1969 Temmuzunda üye yazılmıştım. Kendimizi Dev-Lis üyesi olarak kabul ediyorduk. Fakat 1970 sonbaharından itibaren THKC sempatizanı olarak da saf tutmuştuk. Bundan dolayı üniversitelere militan olarak gidiyor, üniversitelerin Dev-Genç üyelerini de tanıyorduk. İşte bunlardan biri, bizlerinde dahil olduğu Kırmızı Aydınlıkçılar içinde fakat Mihri Belli tarafından ideologluğu yapılan THKO grubuna dahil olan Edebiyat Fakültesi Dev- Genç başkanıydı. Bu fakülteye gidildiğinde bu kişi, “ülkücü” öğrencileri teker teker gösterek, bizim “devrimci şiddet” sandığımız, aslında kaba güçten başka bir şey olmayan adam döğme “eylem”(!)leri yapılırdı. İşte o şahıs üstünde haki izci gömleği, altında amerikan pazarından alınmış bluejean ve postalları ve asker palaskası ile (ki o zaman bizim rüyalarımıza giren “şehir gerilla”sı kıyafetiydi) holün öte yanında tam karşımda duruyordu. Sarışın kirli sakalından kim olduğunu anlamıştım. Birden etrafta bir paniğin oluştuğunu hissettim. Birileri beni getiren polisleri fırçalamaya başladılar. Hemen kafamı yere doğru eğmeye çalışırken “o”nuda hızla kaçırmaya başladılar. Ardından “o”nu görüp- görmediğim, tanıyıp-tanımadığım soruları içinde boğulmaya başladım. Tabii ben kimseyi görmemiştim ve “o” malum sahısı da görmediğim için tanıyıp-tanımama mevzu bahis değildi. Böylece muhbir ve ajan-provokatörlerin gerçek varlığından haberdar olmanın ilk deneyimini de 7 Mart 1971 günü gece yarısı yaşamış oluyordum…
(Bu ajan-provokatörden o sıralar Edebiyat Fakültesi’nde okuyan eski Kara Harp Okulu öğrencisi olan devrimci arkadaşım Günal Oral’da şüphe ettiği için deşifre edildi ama THKO grubu bu iddiayı kabullenmemişti. Maalesef hep böyle olur tekkecilik ağır basar. “O” şahıs daha sonra memleketi Rize’ye ve yeni görev alanı Trabzon’a giderek bu sefer 1974’ten itibaren oradaki Ülkü Ocakları’nı örgütleyerek ters açıdan Ergenekon’dan verilen görevine devam etmişti. Bu günlerde, o günlerin eski Ergenekon’cularından eski bir MİT görevlisi ajan-provokatörle beraber sivil toplumcu “demokrasi” havarisi “Yeni Ergenekon”un yeni planlamaları paralelinde Türkiye’de “demokrasi”yi “faşist asker”lerin elinden kurtarmak için kitaplar yazıyorlar. Marx’ın traji-komik dediği bu olsa gerek…)
En üst kata gelince “başınız arşa erdi” demektir. Dar bir kapıdan girip, hemen sol taraftaki bekleme odasında oturtulurdunuz. Burada kelepçelerinizi açarlardı. Sözlü sataşmalar, olur olmaz adamların, özellikle Sovyetler’den kaçmış bastı-bacak Türkiklerin ağızlarından salyalar saçarak anti-komünist küfürlerine maruz kalırdınız. Hele çömez olunca, meçhulün baskısı ile devrimciliğin ilk sınavı arasındaki sırat köprüsü üstünde yürümeye başladınız demekti. Ayrıca El-Fetih’e gitmiş olmam benim için olumsuzluk taşıyordu. Askeriye’de özel eğitim aldığı söyleyip sol alt kabur kemiğime bir yumruk patlatan Komiser Selâhattin aracılığı ile devlet terörüne merhaba dedim. (O zaman Özel Harp Dairesi’nden, Ergenekon’dan, NATO’nun “stay behind” örgütlenmelerinden tamamen habersizdik.) Böylece bugünde bir nişan gibi sakladığım sol en alt kaburga kemiğimdeki şişlik, bana hep o günleri ve faşist polis komiseri Selâhattin’i anımsatır. Ardından hafızamı tazelemem için içinde sadece bir kişinin ayakta durabileceği küçük bir hücreye konuldum. Sadece kapının altından ışık sızıyordu. Ertesi ilk olarak Emniyet Siyasi Şube Müdürü’nün karşısına çıkarıldım. Benim bütün sülaleme “en iyi dilekleri”ni temenni ettikten sonra “bütün herşeyi anlatırsam, benim için hayırlı olacağı” klâsik tehditi savrulduktan sonra tekrar hücreme götürüldüm. Akşamüstü ifademi daha sonraları meçhul bir sûikasta kurban gidecek olan Emniyet Müdür Muavini olan Mahmut Dikler aldı. Tabii malum şahısı bir önceki akşam görüp-tanıyıp-tanımadığım ile başladı. Sorguyu arkamda genç biri daha izliyordu. Sonra bana sert davranılıp davranılmadığını sordu. Selâhattin’in adını verdim…
(Dikler, Komünist Manifesto’yu okumuş bir polis olması beni şaşırtmıştı. O sırada Manifesto’yu yeni okuduğum için sorduğu sorular ezbere sorulan cinsten değildi. Kendini CHP’li olarak tanımlayan ve Hukuk Fakültesi mezunu olan Dikler, polisle öğrencilerin silâhlı çatışmaya girmesine karşı olduğunu bunun provokasyona yol açacağını söylüyor, bunlardan emperyalist güçlerin gizli servislerinin faydalanacağını izah ediyordu. Eğitimimi tamamlayıp, fikirlerimi demokratik olarak sürdürmemi ve mücadele içinde bu şekilde yer almamı tavsiye ediyordu. Onun “iyi polis”i oynayıp oynamadığını iddia edemem. Çünkü, Ulaş Bardakçı’nın onun sahibi olduğu apartmanın bodrum katında saklandığı ortaya çıkınca, MİT’in isteği ile açığa alınarak izlenmiş ve sorgulanmıştı. Uzun zaman THKP-C Avrupa Sorumlusu olarak Paris’te bulunan Gülten Çayan, kendine gelen mektupta Ulaş Bardakçı’nın şu ilginç ifadesini bize aktarmıştı. “Adamla bir sabah karşılaştık, ben onun kim olduğunu biliyordum. Adamı vurmak üzere elim tabancamdaydı. Yanında eşi vardı ve o bana dostça tebessüm edip, selam vererek yanımdan geçip, uzaklaştı. Orayı terk etmemiz için ikaz gelene kadar sorun yaşamadık!” Evet, ilginç olarak sonradan Şişli’de tutuklanan ve ardından Maocu saflara geçenler onu işkenceci ilân ettiler. Halbuki o, o sırada MİT tarafından eterne edilmişti. İşkencecilerin onun emri ile hareket ettiklerini iddia ediyorlardı. Onun işkenceci olduğunu iddia edenlerden Necati Sağır’ın babasının MİT Trabzon Bölge görevlisi olduğu işçi lideri Sırrı Öztürk tarafından ünlü “12 Mart’tan Portreler” kitabında iddia edilecekti. 1974 periodunda Doğu Per-İn-Çenk’in Aydınlık dergisi ise onu KontrGerilla yöneticisi olarak ifşa ederek “kellesini” isteyecekti. 12 Eylül sonrası siyasi şubede Amerika’da özel harp eğitimi görmüş Mete Altan ile işkence konusunda sürtüşmeye girdiği bir dönemde Dursun Karataş’ın emri ile bir Dev- Sol eylemi ile katledildi. CIA’nın adamı Mete Altan böylece Siyasi Şube Müdürlüğü’ne getirildi. Korkunç işkenceler başlatıldı. Mete Altan, 12 Eylul sonrası Zonguldak Emniyet Amiri iken Cumhuriyet muhabiri gazeteci Halil Nebiler’e şunları söylüyordu: “Eğer benim kızım komünist olsun, önce ben ırzına geçerim!”
Sorguda Necati Sağır’ın üstünde duruluyordu. Üzerimde yakalanan silâhın onun tarafından mı verildiği soruluyordu. Ben akademide her zaman hiçbir şeye bulaşmayan bir köşede oturan Yahşi Karamollaoğlu’nun adını verdim. Meğerse esas cephanelikçi oymuş. Yahşi son seçimlerde AKP’nin Marmaris Belediye Başkanı adayı oldu, ama kazanamadı. Yahşi’nin adı polis telsizinde duyulunca kayıplara karışmış. Çok sonra tutuklandı. Sorgum tamamlandıktan sonra arkada bir odaya götürüldüm. Bir masanın üzerinde evimde ele geçirilen kitaplar, mermiler ve 7,65’lik Browning tabanca vardı. Silâhı elime alıp poz vermeyince komiser Selâhattin muhabetlerini sağlı-sollu yumruklayarak gösterdi. Meğer Dikler’den fırça yemiş. O poz 12 Martta Hürriyet’te sür manşet çıkmış. Son Havadis’in fotoğrafçısı olacak şerefsiz tebessüm etmemi isteyince bir darbe daha alıp zoraki “mutlu” olduk! Üçüncü gün sabahı Sansaryan Hanı’nı terk-i mekan edip Bakırköy Adliyesi’nde tutuklanıp Sağmacılar’ın yolunu tuttuk. O gün 9 Martçıların darbesi tasfiye edilmişti ama kimsenin haberi yoktu…
Tahliye olduktan çok sonra 1972 İlkbaharının başlarında Bakırköy Mal Müdürlüğü soyulmuş, veznedar öldürülmüştü. Bakırköy TİP ile Mal Müdürlüğü aynı binanın alt-üst katlarındaydı. Tabii yine beklediğim gibi bir gece yarısı alınıp yine Sansaryan Hanı’na vasıl olduk. Daha kapıda büyük muhabbet ile beni komiser Selâhattin karşıladı. Bana cinayeti benim işlediğimi ve bunu bana itiraf ettireceğini yumruklarını göstererek büyük bir mutluluk ile açıklıyordu. Bu sefer Sansaryan Hanı ilk geldiğim gibi değildi. 12 Mart faşist darbesi sonrası trafik yoğundu. Falakaya yatırılmış insanlar çıplak ayakla dar koridorda yürtülürken işkenceciler mazlum insanların kollarından tutarak zorla yürütmeye çalışıyorlardı. Dikler izine çıkmıştı! Selâhattin’in bana verdiği ilk haber buydu. Neyse ki Bakırköylü yakın arkadaşım Süleyman Sadık Öge, eski bir Ülkü Ocaklı olan Kirkor Aluç ile beraber cinayetin Ülkü Ocaklı Enver Tortaş tarafından yapıldığını öğrenerek hem sıkıyönetime, hem basına hemde yerel karakola ihbarda bulunarak benim kurtulmamı sağlamışlardı. Selahattin çok üzgündü. İnatla bu cinayeti bana itiraf ettireceğini tekrarlayıp duruyordu. Bu sefer üç değil, iki günde içinde Sansaryan Hanı’nı terk etmiştim…
1972 Mayısında yurtdışına kaçtığım için Sansaryan Hanı kabusundan kurtulmuştum. Ben ortadan kaybolunca, nerede olduğumu öğrenmek için emekli babamı gözaltına almışlar. Babam sahiden benim nerede olduğumu bilmiyordu. Tam üç yıl eve haber ulaştıramamıştım. Adamcağızı dövmüşler, kaburgası kırılmış. Sonra “bir yanlışlık oldu, meğer aradığımız siz değilmişsiniz” diye serbest bırakmışlar. Babam SSK’ya tedaviye giderken Samatya tren istasyonunda tekrar düşüp aynı kemiğin böbreklerini tahrip etmesi üzerine kansere yakalandı ve 1980 Haziranında bu yüzden vefat etti. Bu dayak olayından sonrası Türkiye Birlik Partisi’nde siyasete atılmıştı. Bakırköy ilçe başkanlığını yaptı. Favori uzatıp, pos bıyık bırakmıştı. (Daha önce ilk kurulduğunda TİP’e oy vermesine karşın daima CHP’ye oy vermişti. ‘Alebroz’ traş ve ‘Clark’ bıyıklarından hiç vazgeçmezdi!) 1975 Affı ile geri döndüm. Askerlik sonrası 1978’de Tekel’e girdim. 1979’da Kaçak Takibat Şubesi’nde çalışmaya başlayınca silâh taşıma ruhsatı için bir kere daha Sansaryan Hanı’na gittim. Bu sefer kendi ayağım ile ama gözaltına alınmaktan kurtulamadım. Meğer 1973’ten beri beni arıyorlarmış! Nedeni Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı tutuklanmamı istemiş! Tabii devlet memuru olarak karşılarına çıkınca adamlar müthiş bozuldular. Birkaç saat sonra aftan dolayı serbest bırakmak zorunda kaldılar. Adamım Selâhattin yoktu, sordum, “emekli oldu” dediler!
Sansaryan Hanı’na son gelişim ne gözaltı ne de pasaport içinde, 12 Eylul sonrası tutuklanıp serbest kaldıktan sonra 1982 kışında TMMO odasından Sivaslı bir Elektrik Mühendisi arkadaşımızı MLSBP davasından ajan-provokatör Şemsi Özkan’ın ihbarı neticesi Gayrettepe’de gözaltına almışlardı. Annesi, dul kız kardeşi ve dört yeğeni onun eline bakıyordu. Ağır elektrik -Filistin askısı işkencesi gördüğü eve gönderdiği çoraplarına yapışmış olan büyükçe kanlı deri tabakalarından belli oluyordu. Ankara’da görevli Karslı bir devrimci polis arkadaşımız aracığıyla eski İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş’ten “hamili kart” elde edip, İstanbul Emniyet Müdürü’ne çıkıp, arkadaşımızın masum olduğunu öne sürerek, işkencenin durdurulmasını isteyecektik. Birisinin Sansaryan Hanı’na gidip Müdürü ikna etmesi gerekiyordu. Kurban bendim. Emniyet Müdürü ise Mehmet Ağar. H.F.Güneş’e göre “Mehmet iyi çocuktu, gerekeni yapardı!” “Hamili kart”la beraber Sansaryan Hanı’na geldim. Ağar’ın adını verince odasına kadar çıktım. Eskiden Müdürün karşısına geçip, onların ağızlarından salyalar saçarak “anti-komünist hamasi söyleşisi” arasında “yedi sülalemize muhabbetlerini” yüzümüze karşı savurdukları oda bekleme odası olmuştu. Sorguya alındığımız odada ise Ağar ve ekibinin hummalı faaliyeti vardı, kapı açıktı. Oturduğum yerden birden 1970’den bu yana Sansaryan Hanı şeridi devreye girdi. Faşist sisteme göre hakkımdaki takibat dosyaları bir çelik dolabı dolduruyormuş. Hatta rivayete göre bana ad bile koymuşlar: “Tilki”. Polis arkadaşları kendi ayağı ile gelmiş bir tavşan gibi mutlu etmektense hiçbir şey söylemeden yerimden kalkıp yavaşca süzülerek Sansaryan Hanı’nı terk ettim. Bir daha uzun zaman Sirkeci’de sokağına bile yanaşmadım. Arkadaşımız cezaevine sevk edildi sonra beraat etti…
Sansaryan Hanı’nın yerini Gayrettepe aldı. Bir gün gelecek bu han işkencecilerin teşhir edildiği bir “Utanç Müzesi” haline getirilecektir. İnsanlığın onuru bir gün mutlaka faşizmi ve onun terörünü mezarına gömecektir. İşte burjuvazinin malî oligarşisinin bu tarihi mezarının özel adı “Sansaryan Hanı” olacaktır…
Halid Özkul
11.Ekim.2008 -Burhaniye