Halkın Kurtuluş Partisi (HKP), laikliğin yeni anayasa olmamasını savunan TBMM Başkanı İsmail Kahraman hakkında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulunarak, Kahraman'ın Yüce Divan'a gönderilmesini istedi.
HKP'nin başvurusunda, şüpheli TBMM Başkanı'nın, ilgili konuşmasıyla açıkça devletin bir İslam devletine dönüştürülmesini savunduğu, bir başka ifadeyle; devletin şeriat devleti olmasını istediği belirtildi. HKP'nin başvuru dilekçesi özetle şöyle:
"Şüpheli, milletvekili seçilince, Anayasa’nın 81. Maddesinde tanımlanan; "Devletin varlığı ve bağımsızlığını vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve lâik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağıma, toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakattan ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusun ve şerefim üzerine and içerim." diyerek YEMİN ETMİŞTİR.
Yani, “lâik Cumhuriyete bağlı kalacağına, Anayasaya sadakattan ayrılmayacağına” yemin etmiş birisinin yukarıdaki sözlerle yeminin tam tersi bir tutum içinde olması aynı zamanda inandığı dinin kurallarına göre dahi suç (günah) olduğu açıktır. Yani, ya böyle bir yenimi etmeyeceksin ya da ettiğin yeminin içeriği neyse ona bağlı kalacaksın. Eğer sen laik biri değilsen ya da laikliğe inanmıyorsan, Cumhuriyeti değil de Şeriat devletini savunuyorsan o zaman yukarıdaki yemini yapmayacaksın, dolayısıyla da Cumhuriyetin Millet Meclisinin koltuklarını işgal etmeyeceksin. Ayrıca, bu yemine sadık kalmamanın hukuki yaptırımları da vardır ve bunlara katlanacaksın.
Bilindiği gibi, Anayasa Mahkemesi’nin 30/07/2008 tarih ve 2008/1 Esas, 2008/2 Karar sayılı kararı ile şüphelinin mensubu olduğu AKP’nin; LAİKLİK KARŞITI EYLEMLERİN ODAĞI OLDUĞU hükme bağlanmıştır. Esasen bu fiil bir siyasi parti için kapatma nedenidir. Ancak kararın verildiği konjonktürde bir oy farkla “kapatma” yerine “hazine yardımından yararlanmama” kararı çıkmıştır. Ancak, mahkemenin kararından bağımsız olarak şu bir gerçektir ki; ŞÜPHELİNİN MENSUBU OLDUĞU PARTİNİN; LAİKLİK KARŞITI EYLEMLERİN ODAĞI OLDUĞU TESCİLLENMİŞ, YÖNETİCİ VE ÜYELERİNİN DE BU LAİKLİK KARŞITI FİİLLERİN FAİLLERİ OLDUKLARI KANITLANMIŞTIR.
Bu karardan sonra da gerek siyasi parti olarak, gerekse yürütme erkinin temsilcileri olarak şüpheli ve arkadaşları bütün devlet işlerinde laiklik karşıtı eylemlerine hız vermişlerdir. Seçim çalışmalarında Siyasi Partiler yasasına açıkça aykırı olduğu halde dini değerleri kullanmışlar, camilerin içinde siyasi konuşmalar yapmışlar, devletten maaş alan yandaşları imamlar eliyle buralarda siyasi vaazlar verdirmişler, kendileri camilerin hoparlörlerinden kuran okumuşlardır. Yine devlet işlerinde de hep dinsel temelli tutum ve davranışlarda bulunmaktan çekinmemektedirler. Şüphelinin bu konuşması, yüzlerce-binlerce örnekten sadece bir tanesi ve en sonuncusudur.
Bu fiilleri açık suç teşkil ettiği halde bugüne kadar hiçbir yaptırımla karşılaşmadıklarından ve bir de siyaset arenasında “Allahla Adam Kandırma”kta olduklarından maalesef her geçen gün Cumhuriyetin kazanımlarına yönelik tahribatlarını artırmaktadırlar.
Bildiğimiz gibi Cumhuriyetin Niteliklerinin düzenlendiği Anayasa’nın 2’nci maddesinde yer alan Laiklik İlkesi; Anayasa’nın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez hükümlerindendir.
Yine Anayasa'nın, Başlangıç kısmının 7. paragrafında da: “lâiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı” ifade edilmiştir. Dolayısıyla laiklik ilkesinin, anayasanın dayandığı temel değer ve prensiplerden biri olduğu ilan edilmiş, kutsal din duygularının devlet işlerine ve politikaya karıştırılamayacağı belirtilmiştir.
Diğer yandan Anayasa’nın 10’uncu maddesinde Laikliğin bir başka gerekliliği olan eşitlik ilkesi: “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.” şeklinde ifade edilmiştir.
“Anayasanın Bağlayıcılığı ve Üstünlüğü”nün düzenlendiği 11’inci maddede ise; “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.” denilmektedir.
Anayasa’nın “Temel Hak ve Hürriyetlerin Kötüye Kullanılamaması” başlıklı 14’üncü maddesinde; “Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.
Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasada belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz.
Bu hükümlere aykırı faaliyette bulunanlar hakkında uygulanacak müeyyideler, kanunla düzenleneceği öngörülmüştür.
Ayrıca Anayasa’nın “Din ve Vicdan Hürriyeti”ni düzenleyen 24’üncü maddesinin son fıkrasında da; “Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.” emredici kuralı getirilmiştir.
Öte yandan 2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun “LAİKLİK İLKESİNİN KORUNMASI VE HALİFELİĞİN İSTENEMEYECEĞİ” başlıklı 86’nci maddesinde;
“Siyasi partiler, Türkiye Cumhuriyetinin lâiklik niteliğinin değiştirilmesi ve halifeliğin yeniden kurulması amacını güdemez ve bu amaca yönelik faaliyetlerde bulunamazlar.
“DİN VE DİNCE KUTSAL SAYILAN ŞEYLERİ İSTİSMAR YASAĞI” başlıklı 87’nci maddesinde;
‘Siyasi partiler, Devletin sosyal veya ekonomik veya siyasi veya hukuki temel düzenini, kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla veya siyasi amaçla veya siyasi menfaat temin ve tesis eylemek maksadıyla dini veya dini hissiyatı veya dince mukaddes tanınan şeyleri alet ederek her ne suretle olursa olsun propaganda yapamaz, istismar edemez veya kötüye kullanamazlar.
“DİNİ GÖSTERİ YASAĞI” başlıklı 88’inci maddesinde de;
“Siyasi partiler, herhangi bir şekilde dini tören ve âyin tertipleyemez veya parti sıfatıyla bu gibi tören ve âyinlere katılamazlar.
“Siyasi partiler, dini bayramlar, âyinleri ve cenaze törenlerini parti gösterilerine ve propagandalarına vesile yapamazlar.” denilmektedir.
Görüldüğü gibi gerek Anayasa gerekse Siyasi Partiler Yasasının ilgili hükümleri birlikte değerlendirildiğinde, Meclis Başkanı olan şüpheli söylemlerinin tamamının suç teşkil ettiği ve bu haliyle de şüphelinin Meclis Başkanlığı görevini tarafsız olarak yürütmesinin mümkün olmadığı açıktır. Bir başka anlatımla, tarafsız olması gereken bir Meclis Başkanın, ortaçağcılıktan yana taraf olması, şeriat düzenini istemesi ve Cumhuriyetin değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez ilkelerinden LAİKLİK İLKESİNİN KALDIRILMASINI İSTEMESİ VE LAİKLİĞE KARŞI DÜŞMANCA SÖZLER sarfetmesi ve yerine de DİN DEVLETİNİN GETİRİLMESİNİ İSTEMESİ onun otomatikman, kendiliğinden Anayasa dışına düştüğünü göstermektedir. Bu nedenle bir an evvel görevinden uzaklaştırılmalıdır.
Şüphelinin yukarıda belirtilen ve Anayasal-Yasal Emredici Kurallara açıkça aykırı olan konuşmasının, 5237 Sayılı TCK’nun Görevi Kötüye Kullanma, Anayasayı İhlal, Yasa ve Yürütme Organına Karşı Suç fiillerinin kapsamında değerlendirilmesi zorunludur.
Zira şüphelinin, Meclis Başkanı olmanın verdiği nüfuzunu kötüye kullanarak, hiçbir şekilde görevi olmadığı halde, yukarıda belirtilen Anayasal hükümleri bile bile ve “namusu ve şerefi üzerine” ettiği yemine rağmen, ülkemizin şeriat devleti olmasını istemesi ve bu yönde gerek yürütme organını (hükümeti), gerekse yasama organını (meclisi) yönlendirmesi açıkça suçtur.
Her ne kadar TCK. 309, 311 ve 312’nci maddelerde suçun maddi unsuru olarak “cebir ve şiddet kullanmak” öngörülmüş ise de olayımızda bu unsurun illaki fiili bir saldırganlık olarak değerlendirilmesi mümkün değildir. Bizzat şüphelinin işgal ettiği meclis başkanlığı makamının verdiği ağırlık ve etki ile yaptığı konuşmaların, yukarıda belirtilen kurumlar üzerinde “cebir ve şiddet” etkisi yaratması kaçınılmazdır.
Ayrıca, Anayasa Mahkemesi’nin yukarıda tarih ve numarası verilen AKP Kapatma Davası’nın gerekçesinde de çok isabetli bir şekilde belirtildiği gibi, ülkemizdeki (şüpheli gibi) siyasal İslamcıların amaçlarına ulaşmak için bin bir türlü kılığa girdikleri sabittir.
“Türkiye'de siyasal İslam, yalnızca kişi ile Tanrı arasındaki alanla sınırlı kalmayarak, devlet ve toplum kurallarını da düzenleme iddiasındadır. Siyasal İslam’ın temel düsturu şeriattır. İslam şeriatı kişinin inanç dünyasına ilişkin kurallar kadar dünyevi yaşamını ve bunun ötesinde devlet ve toplum yaşamını da düzenleyen, bu kuralları Tanrı buyruğu olarak kabul edip değiştirilmesi bir yana tartışılmasını bile yasaklayan kurallar bütünüdür. Bu nedenle siyasal İslam ve onun anayasası niteliğindeki şeriat demokratik değil, totaliterdir. Siyasal İslam demokrasiyi bir araç, şeriatı da bir amaç edindiği için demokrasinin kendisini korumaya ilişkin kural ve kurumlarının takibinden kurtulmak için kaynağını da yine şeriat düzeninden alan takiyye yöntemini kullanmaktadır.” (Bkz. AYM, AKP kapatma davası Gerekçeli Kararı.)
Diğer yandan; “TBMM Başkanı ve Başkanvekillerinin de konumları itibarıyla, eylemlerinin mensubu oldukları siyasi partiye isnat edilebilirliği önem taşımaktadır. Anayasa'nın 94’ncü maddesinin altıncı fıkrasına ve SPY'nın 24 ncü maddesinin ikinci fıkrasına göre, 'TBMM Başkanı ve Başkanvekilleri, üyesi bulundukları siyasi partinin ve parti grubunun Meclis içinde veya dışındaki faaliyetlerine; görevlerinin gereği olan haller dışında, Meclis tartışmalarına katılamazlar; Başkanı ve oturumu yöneten Başkanvekili oy kullanamazlar.' (Bkz. AYM, AKP kapatma davası Gerekçeli Kararı.)
Sonuç olarak; gerçek Laiklik; “ Her yurttaşın, yer, içerken olduğu gibi, dinî ve manevî ihtiyaçlarını giderirken devlet ya da şahıs karışmasına uğramadığı, dinin, insanlarımızın özel hayatı içinde kalan bir konu olduğu, Kamu düzeninin, aklın, bilimin ve insanî değerlerin kaynaklık ettiği kurallarla sağlandığı” bir toplumsal sistemle mümkün olabilecektir. (Bkz. HKP Programı.) Yani toplumun gelişmesi akıl, bilim, teknik ve insani kurallarla olmalıdır.
Oysa şüpheli Anayasanın yukarıda belirtilen emredici hükümlerine rağmen, hiç görevi olmadığı halde gündemdeki “Anayasa tartışmalarına katıldığı” gibi, Anayasa’nın ruhunu ve devletin şeklini değiştirici yönlendirmelerde bulunmaktadır. Dolayısıyla bütün bu suç fiillerinin cezalandırılması gerekmektedir."
telgrafhane.org