Türkiye’de sermaye sınıfının Mustafa Kemal ile ilişkisi tarihsel olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu kadar eskidir. Bu bağlamda Kemalistlerin de Türkiye’de sermaye ile ilişkisinin oldukça eski olduğu ileri sürülebilir. Ancak bu ilişkinin ne derece sağlıklı olduğu o günden beri tartışmalıdır. Bu tartışma ise maalesef sınırlı bir çevre içinde karşılık bulmuş, geniş halk kitleleri nezdinde Kemalistlerin burjuvazi ile ilişkisi çok erken bir dönemden itibaren rafa kaldırılmıştır.
Bu uzun soluklu aranın ardından 27 Mayıs’ın devrimci birikimi ve bu birikimin düşünce insanları burjuvazinin Kemalizm üzerinde kurmaya çalıştığı tahakkümle de önemli ölçüde mücadele etmiştir. Gerek tarihsel eleştiriler, gerekse o dönemin günceline dair yapılan eleştiriler geç kalınmış soru işaretlerinin de ortaya çıkmasına neden olmuştur. Avcıoğlu’nun “Türkiye’nin Düzeni” kitabında İzmir İktisat Kongresi üzerinden başlattığı eleştiri ile Uğur Mumcu’nun “Morrison Süleyman” örneklerine bakıldığı zaman Türkiye’de burjuvazinin iktidarını pekiştirdiği süreçlerin mercek altına alındığı görülmektedir. 27 Mayıs sonrasındaki bu sorgulamanın 12 Eylül sonrası süreçte gerekli etkiyi göstermediğini söylemek gerekir. Zira 12 Eylül’le başlayan ve 1990’lı yıllarla devam eden süreç Kemalistler açısından sermaye sınıfının “tehdit” olmaktan çıkmasıyla sonuçlanmıştır. Önceki dönemlerde de gerekli ilgiyi görmeyen bu konu artık 90’lı yıllarla birlikte tamamen ortadan kaldırılmıştır.
Kemalistlerin, Türkiye’ye yönelik tehdit algılarının etnik ve dini bölücülüğe indirgendiği 1990’lı yıllarla beraber “tehdit” algısının şeriatçılık ve PKK’ya indirgenmesi, sermaye sınıfının Türk ekonomisini yağma ve talan düzenine açmasını oldukça kolaylaştırmıştır. İktisadi konularda 60’lı yıllarda başlayan tüm çabalara rağmen mesafe alamayan Kemalistler açısından tehdit algısının “silahlı örgüt” noktasına indirgenmesi, iktisadi konulara bakış açısının gelişmesindeki en önemli etkenlerden bir tanesidir. Başta Uğur Mumcu olmak üzere oldukça sınırlı sayıda aydının dikkat çektiği iktisadi meselelerin hakettiği ilgiyi görememesi sonucunda burjuvazi terörü, silahlı terörün arkasında uzun bir müddet saklanabilmiştir. Zira artık önemli olan husus yalnızca Türkiye’nin siyasal ortamında yaşanan sorunlarla alakalıdır. Bu bağlamda da Kemalizmin “altı ok”u nun yalnızca üçünün işler halde olduğu görülecektir. Şeriat tehdidi bağlamında “laiklik” ve etnik terör bağlamında “milliyetçilik” ile muhafaza edilmek istenen Türkiye Cumhuriyeti bağlamında “cumhuriyetçilik” ilkelerinin işler halde olduğunu görmek mümkün olacaktır. Öte yandan kalan üç ilke olan “devrimcilik”, “halkçılık” ve “devletçilik” kavramlarının 12 Eylül’den 1990’lara uzanan deformasyon sürecinde etkinliğini kaybettiği görülmektedir.
Bu üç ilkenin etkisiz hale getirilmesinin genel sonucu Kemalizmin donuklaşmaya başlaması, özel sonucu da ekonominin Türkiye’nin güncel sorunlardaki belirleyici yerini neredeyse tamamen kaybetmesidir. “Emperyalizm” başlığı altından yazılıp çizilen ve “uluslararası şirketler” özelinde yapılan ekonomik yorumların Türkiye geneline hiç yansıtılamıyor olması bu konudaki bilgi problemini çözmenin önündeki en büyük engellerden birisidir. “Emperyalizm”, “Çok uluslu şirketler”, “tröst”, “kartel” vs. bol keseden yapılan ekonomi yorumlarının Türkiye ayağının hiç yokmuş gibi anlatılması, Türkiye’nin Osmanlı’nın son döneminden itibaren içinde bulunduğu iktisadi koşulların yeterli ölçüde incelenmemesi, ekonomi ile ilgili fikirlerin sloganlardan öteye geçmemesini beraberinde getirmektedir. Nitelikli iktisat araştırmaları okuyabilmek için sosyalist kökenli bilim insanlarının eserlerine ihtiyaç duymak bir bilinç sahibi olma noktasında ne denli olumlu ise Kemalistlerin içinden yetişmiş bir iktisatçının olmaması da aynı derecede olumsuzdur.
Sosyalist çevrelerin son dönemde Kemalistlere yönelttiği “sermaye” merkezli eleştirilere kulak tıkamak yerine anlamaya çalışırsak belki de bu noktada bize bir çıkış yolu bulma ihtimalimiz daha da kuvvetlenecektir. Kimimiz açısından sosyalist çevrelerin Kemalistleri bu konuda eleştirmeleri bir “küstahlık” olarak görülebilir. Hatta daha da ileri giderek sosyalist çevrelerin mevcut politik hatalı eğilimlerini ortaya koyarak “onlar önce kendine baksın” şeklinde bir kestirme ile sorunu bir başkasına yansıtarak içinde bulunduğumuz durumdan geçici olarak kurtulabiliriz. Ancak bu göz ardı etme süreci ve giderek “sol”dan uzaklaşma süreci Kemalistleri giderek daha keskin bir darboğazın içine doğru sürüklemektedir.
Kemalistler açısından 1990’lı yılların ne denli travmatik olduğu su götürmez bir gerçektir. Buna karşılık bu travmatik ortamda kabahatin yukarıda da ifade edildiği gibi silahlı teröre indirgenmesi, meselenin arka planında yer alan ve ulus-devletin aşındırılması sürecinin iktisadi ayağını oluşturan “liberalleşme” sürecine karşı neredeyse hiçbir tepkinin verilmemesi de oldukça manidardır. “Ülkenin birliği ve bölünmez bütünlüğü” ilkesinden hareketle ülkeyi yalnızca coğrafi olarak böldürmemek ve siyasal sistemini de her türlü şeriatçı tehditten korumak için gösterdiğimiz çabayı ülkeyi yeni tip bir sömürge haline getirmeye çalışan ekonomik bağımlılık sürecine karşı da göstermek mecburiyetindeydik. Türk ekonomisinin “özelleştirmeler” ile sürüklendiği çöküşü film izler gibi izlediğimizi ifade etmemiz gerekir. “24 Ocak Kararları” ile başlayıp “5 Nisan Kararları” ile devam eden ve Gümrük Birliği üyeliği ile “taçlandırılan” yeni bağımlılık sürecini ülkenin “birliğine ve bütünlüğüne” yönelik bir tehdit olarak algılamadık. Tam aksine eş zamanlı olarak ülkede Refah Partisi öncülüğünde yükselişe geçen siyasal İslamcılığa ve PKK’nın terör faaliyetlerine kanalize olarak ülkenin geleceği açısından oldukça önemli olan bu süreci sanki hiç yaşamamış gibi davrandık. Çünkü tek derdimiz laikliğe ve coğrafi bütünlüğe bir zarar gelmemesiydi.
2017 yılı itibariyle de hala bu meseleleri konuşabiliyor değiliz. Zira “milli” olma niteliğine hiç sahip olmamış Türk burjuvazisi, AKP iktidarı ile birlikte yükselen siyasal İslam tehdidine karşı “laiklik” ile ilgili hassasiyetini kameralar önünde koruduğu için bu tavrın “Atatürkçülük” açısından yeterli olduğu kanaati ortaya çıkmış ve geniş ölçekte kabul görmüştür. Tam bu noktada “Türk burjuvazisi” derken neyi kastettiğimizi biraz daha açmak gerekir. Burada bahsedilen burjuvazi Cumhuriyet döneminde “milli” olma vasfı ile ortaya çıkarılan ancak bir tek gün dahi bu ihtiyaca cevap vermeyen, iktidarla ilişkisini iyi tuttuğu sürece büyüyeceğini farkederek “resmi” olan her şeyi savunma mecburiyeti hisseden, geliştiği süreç içinde de Türk ekonomisinden ziyade kendi istikbalini kuvvetlendiren ve Soğuk Savaş döneminde “TÜSİAD” çatısı altında kurumsallaşmış yapılanmadan bahsediyoruz.
Burjuvazinin “Atatürkçülüğü”, 1930’lu yılların “Devletçi” ekonomisine burun kıvırırken, 2. Dünya Savaşı sonrası CHP ve DP’nin el ele liberalleşmesini ellerini ovuşturarak seyreden bir zemin üstüne oturmaktadır. Burjuvazinin “Atatürkçülüğü”, Mustafa Kemal her şeye rağmen bu ülkenin temel değerlerinin başında olma özelliğini koruduğu için varlığını devam ettirmektedir. Türkiye yabancı sermayeye kontrolsüz açılırken, Soğuk Savaş döneminin Batı merkezli liberalleşme süreci vites yükseltirken, Türkiye “küçük Amerika” haline gelirken, Amerikan emperyalizmi dünyanın kritik coğrafyalarında askeri ve iktisadi hegemonyasını sağlamlaştırırken, Özallardan Demirellere, Çillerlerden Dervişlere kadar iktisadi olarak bağımlı ve çaresiz(!) olması meşrulaştırılırken, ihracata dayalı bir montaj ekonomisi olmayı “dünyaya açılma” zannedilirken “Atatürkçü” hassasiyetlerini(!) rafa kaldıran burjuvazi, mesele yalnızca “laiklik” olduğunda ortaya çıkarak iktidarla yine kameralar önünde bir mücadele içine girmektedir.
TÜSİAD sermayesine karşı Özal’la birlikte “Anadolu Kaplanları” olarak bilinen İslami burjuvazinin ortaya çıkışı, seküler burjuvaziyi bir önlem almaya teşvik etmiş, pastadan alınan payın küçülmesini istemeyen TÜSİAD ile “artık devir benim devrim” diyen İslami burjuvazi arasındaki mücadele 2000’li yıllarla Kemalistlerle İslamcılar arasında bir mücadele var gibi gösterilmek istenmiştir. Ekonomik çatışmanın siyasal alana çekilmesi ile birlikte TÜSİAD burjuvazisi, etkisi olmasa da sayısı oldukça geniş olan Atatürkçü-Kemalist-Ulusalcı kitleyi arkasına alarak ve kitlenin “laiklik” hassasiyetlerini kullanarak kendi günahlarını unutturmak için büyük bir çaba sarfetmektedir. Sanki Türkiye’nin bütün iktisadi problemleri AKP döneminde altın devrini yaşayan İslami burjuvazi ile ortaya çıkmış gibi bir görüntü verilmek istenmektedir. Kamuoyu önündeki kavganın perde arkasındaki zorunlu işbirliklerini görmezden gelen geniş kitleler için TÜSİAD burjuvazisi, Gezi sürecinde otel kapılarının açılması gibi oldukça basit bir tercih üzerinden kahraman ilan edilerek Türkiye’nin seküler zenginleri her nedense dokunulmaz bir noktaya doğru ilerlemiştir. Havuz medyasında da etkili olan sermaye gruplarının yazarları bulundukları köşelerde Türkiye’nin yağma ve talan düzeninde imzası olan “komprador” burjuvaziyi AKP ve çevresine karşı “adam” statüsüne yükseltmekte bir sakınca görmemektedir.
Emekçi sınıfların giderek durumunun kötüleştiği, yoksulluk sınırının giderek daha da düştüğü, kredi köleliğinin giderek arttığı, sosyal güvenlik mekanizmasının çöktüğü, iş güvencesinin ortadan kalktığı, haksız işten çıkarılmaların arttığı, emekçilerin çalışma koşullarının “kölelik” süreciyle eşitlendiği ve sınıfsal mücadelenin daha da keskinleştiği bir dönemde hiçbir sorumluluktan kaçamayacak olan seküler burjuvazi “Atatürkçülük” kartını gayet güzel oynayarak kitlelerin gazını alma noktasında oldukça başarılıdır.
Türkiye’nin bağımsız bir güçlü bir ekonomi olma gibi bir gündeme hiçbir zaman sahip olmayan, “Türkiye’nin büyümesi ve gelişmesi” taleplerini yalnızca bireysel zenginleşmelerle sonuçlandıran çok “Atatürkçü” holdinglerin eğitim faaliyetlerine bakıldığında konu daha da belirgin hale gelecektir. Bu çok “Atatürkçü” olan burjuvazinin üniversitelerindeki kadrolara bakarsanız bizim nazarımızda kıymetli olan hiç kimsenin bu üniversitelerde çalışmadığını görürsünüz. Kıt gündemlerde “laiklik” üzerinden “Atatürkçülük” edebiyatı yapan burjuvazinin üniversitelerinde gümbür gümbür “anti-Kemalizm” propagandası yapıldığını, “neo-liberal” düzeni her yönüyle meşrulaştıran ve Cumhuriyetin değerlerini “eskimiş” ve “geri” olarak gören ne kadar akademisyen varsa bu üniversitelerde istihdam edilmektedir. Burjuvazinin üniversiteleri ağzına kadar Cumhuriyet düşmanı ve emek düşmanı sözde akademik bir birikimle doludur ve bunu görmemek için kör olmak gerekir. Gezide otel kapısı açtı diye yere göğe sığdıramadığınız ailelerin üniversitelerinde mevcut olan Cumhuriyet düşmanlığının bizlerin kafasında ne zaman bir ışık yakacağı konusunda oldukça büyük şüphelerimiz var.
Burjuvazinin “laiklik” konusundaki hassasiyeti siyasi değil ekonomiktir. “Atatürkçülüğü”, karşısında kendisinden daha geri bir iktidar bloğu gördüğü müddetçe ortaya çıkmaktadır. İslami burjuvazi ile arasındaki bölüşüm kavgası Kemalistlerle İslamcıların arasındaki bir kavga gibi gösterilmek istenmektedir. Ergenekon sürecinden Gezi Olayları’na kadar bunu her noktada görmek mümkündür. 27 Mayıs’ın aydınlarının satır satır yazdığı bu meseleleri biz yeni keşfetmiş değiliz. Düşünsel birikimimizde hepsi mevcuttur. Önemli olan bu meseleler ile ilgili sloganlara değil gerçek fikirlere sahip olmaktır. Önemli olan kameralar önündeki şovlara kapılarak her birimizin hayatını zorlaştıran ve ülkeyi daha da bağımlı hale getirmekten başka hiçbir vasfı olmayan holdinglere farklı açılardan da bakabilmeyi öğrenmektir. Cumhuriyetin iktisadi idealleri ile uyum göstermemiş, sadece devlete dayanarak büyüyen ailelerin “Atatürkçülüğü”, sermayelerini büyütebildiği ölçüde varlığını devam ettirmektedir ve ettirecektir. Giderek büyüyen emekçi sınıfların hayatlarını zehir ederek, emeği yalnızca zenginleşme aracı olarak gören ve kendi toplumunun sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel gelişimini amaç edinmemiş bir burjuvazinin ne Cumhuriyete ne de bu topluma hiçbir faydası yoktur ve olmayacaktır.
Hem iktisadi problemlerin varlığını kabul ederek emekçi sınıfların iş ve yaşam koşullarına karşı hassasiyet gösterip hem de yalnızca zenginleşmeyi düşünen ve kriz dönemlerinde “Atatürkçülük” kartını oynayan burjuvaziyi aynı siyasal görüş içinde savunmak çok büyük bir tutarsızlıktır. Hem Türkiye’nin yoksulluğundan, bağımlılıktan, açlıktan, zamlardan vs. gün içinde daha sık karşılaştığımız ekonomik sorunlardan yakınıp hem de bunlara sebep olan insanları üç kuruşluk hamleleri yüzünden “kahraman” ilan etmek bir bilinçsizlik örneğidir. Derdimiz Mustafa Kemal ise O’nun şu sözünü hiç aklımızdan çıkarmayacağız:
“Tam bağımsızlık ancak ekonomik bağımsızlıkla mümkündür”
Buna ket vuranları “Atatürkçü” ilan etmek yerine Cumhuriyet ekonomisinin nasıl inşa edildiğini, bu uğurda hangi bedellerin ödendiğini okursak belki bugün “Atatürkçü”(!) burjuvaziyi hangi temellerde değerlendireceğimiz daha net bir şekilde belirleme imkanına sahip oluruz. TÜSİAD’ı kuran büyük ailelere karşı fetişizmi bir yana bırakıp kendi kaynaklarımıza dönersek belki bir adım ileri atma şansına sahip oluruz. Bilsay Kuruç’tan başlayıp Korkut Boratav’ı takip edin, Serdar Şahinkaya’da mola vermeden İlter Ertuğrul’u ziyarete gitmeyin…
“Bir yerlerden başlamak lazım yeniden…” derken kastettiğimiz budur…
Ali İhsan
telgrafhane.org