(*) Bu yazı –dipnot ve birkaç küçük düzeltmesi dışında– Hrant Dink’in öldürülüşünün hemen ardından, bir derginin isteği üzerine 2007’de yazıldı, ancak isteyen dergi yönetmenince açıklanmayan nedenlerle, yayımlanmaya uygun görülmedi.
Körlerin, file dokunarak onun ne olduğunu bilmeye çalıştıkları kıssada, her kör dokunduğu yere göre yanıt verir, yine de hiçbiri filin filliğini bilemez ya hani…
Bizden büyük şeylerin, bizim kişisel yaratıcılığımızı aşan büyük oluşumların ne olduğunu anlayabilmek için, gözümüzün görmesi de yetmeyebiliyor. O cismin ya da oluşumun tümüyle görülebileceği uzaklığa çekilmek gerekiyor.
Kendimizin ne olduğunu, ya da ne iken neye dönüştüğümüzü anlamak için de gerekli bir bakış açısıdır bu. Bakılandan uzaklaşıp, onu başka şeylerin arasındaki var oluşuyla birlikte görmek.
Yoksa ayrıntılar arasında yanılmak, hattâ bazen boğulmak, kaçınılmazdır.
OLAN BİTENE YUKARIDAN BAKMAK
Çeyrek yüzyılı aşkın süredir, Türkiye geriye yürütülüyor. İnsanların barış içinde yaşadığı bir yurt, bir dirlik yok ediliyor.
Kim, kimler yok ediyor? Bu iş nasıl başladı?
Elli altmış yıl öncesinin sahte “barış gönüllüleri”ne değin gitmeye gerek var mı?
Milliyet gazetesinin başyazarı Abdi İpekçi 1979’da öldürüldü.
12 Eylül faşist darbesi 1980’de oldu.
Abdi İpekçi’nin öldürülmesiyle, Milliyet’in gazeteci ailenin elinden çıkarılışı arasındaki süre, Türk basını için düşünülen büyük bir ‘el değiştirtme’ takviminin ilk adımlarının başlatılmış olması olasılığını çağrıştıracak ölçüde kısadır.
Çekirdekten gazeteci olan aileler, kendi kurdukları yıllanmış, kurumlaşmış ve ülkenin en yaygın gazetelerini, gazetecilikle hiç ilgisi olmayan holding sermayedarlarına nasıl oldu da ardı ardına paldır küldür, nalbur dükkânı gibi satıverdiler?..
Bu gazetelerden biri battı; öbür ikisinin bakışları, uzun yıllar boyunca aynı tek patronun elinde, toplumsal konulardan manken magazinlerine, futbola, bireysel haberlere yöneltildi.
Aydınlar arasında insan pazarı kuruldu. Halktaki kafa karışıklığı, seçimlerde istenen sonuçlar, KİT’lerin yıkılışı ve özelleştirmeler bu gazetelerle, aynı sermayenin aynı yoldaki televizyonlarıyla gerçekleştirildi.
Ne denli sömürgen, ne denli vahşi bir düzeni olursa olsun, hiçbir toplum kendi kendini, bile bile çökertmez. Yaşadığımız ise, hem Türk toplumunun, yani Türkiye’nin toplumsal yapısının, hem de o toplumun ulusal devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin çökertilişidir.
Çökerticiler bu yolda büyük işler yaptılar. Hepsi bize acı veren ve kendilerince büyük, ama gerçekte pis işler başardılar. Bu ülkenin en önde gelen, sözüne en çok güvenilen, en saygın, en çalışkan, en aydınlatıcı çocuklarını öldürdüler.
Bütün bu karanlık işler, aramızdan satın alınan ellerle gerçekleştirildiği için Türk halkının, bu pis işleri düzenleyen asıl katili ayırt etme yeteneği ortadan kaldırılıyor. Böylece halkın görüş menzili, tetikçinin yalnızca Türkiye’deki “siyasal” görünüşlü örgütüne değin uzanabiliyor. Devletin yaptırım menzili ise oraya değin bile uzanamıyor. Daha öteye gidemeyen yorumlarla, dünyadaki, ülkemizdeki en büyük tehlikenin bazen ‘ırkçılık,’ bazen ‘şeriatçılık’ olduğunu yazabiliyoruz. Oysa bütün bu köktenci çizgilerin içinden bulunan tetikçilerin yok ettiği en yetişmiş, en cesur, en verimli, en dürüst çocuklarımızın bir bir eksilişinden hep aynı yer yararlanıyor:
Batı emperyalizmi.
Biz aynı iki sloganı yineliyoruz:
“Kahrolsun faşizm!..”
“Şeriat devleti istemiyoruz!..”
Neden sloganlarımızdaki saptamalarımız, tetikçilerin bulunduğu yerli oluşumlardan öteye bir türlü gidemiyor? Bir toplumun en okumuş, en bilgili kesimlerinin bile algısı, bilinci, yalnızca başına düşen taşları görür de, o taşları kimlerin nerelerden attığını bulamazsa, o toplum, cinayetleri tasarlayanları saptayıp dışlayacak gücü kendinde bulabilir mi?
Sömürünün en geçerli yöntemlerinden biri, sömürülmek isteneni aldatmaktır. Aldatmak, her zaman yalan söylemekle olmuyor. Görmeyi, gördüğünün ne olduğunu seçmeyi engellemek de bir aldatma yolu:
Gözbağcılık.
Bir yerde, bir bölgede her şeyi birbirine karıştırıyorsunuz ve oradakileri işin içinden çıkamayacak duruma getiriyorsunuz. Gözün gözü göremeyeceği bir toz duman ortamında sapla saman birbirine karışıyor, at iziyle it izi seçilemez oluyor.
Bu durumda her zaman yapılacak ilk iş, sömürücünün gerçekleştirmek istediği körleşmeyi engellemek, görme yetisini korumaya çalışmak değil midir?
Gerekli uzaklığa çekilip, olan bitene yukarıdan bakmak…
Olayların ayrıntılarına dolandırılmakla içine düşülen körleşmeden kurtulmanın, başka yolu yok.
ÖNCEKİ ÜÇ CİNAYET HANGİ İŞLERE YARADI?
Uğur Mumcu, ölmeden önceki son işlerinde neyin izini sürüyordu? Öldürülmesiyle, onun hangi işleri durdurulmuş, başkalarının hangi işlerinin önü açılmıştır?
Bahriye Üçok son yazılarını, neyi anlatmaya adamıştı? Onun ölümüyle Türkiye’de hangi iş kolaylaşmıştır?
Ahmet Taner Kışlalı son yıllarında hangi alanı kendine konu kaynağı seçmişti? Onun da Mumcu ve Üçok gibi paramparça edilişiyle, hangi tartışma alanının ışığı azaltılmıştır? Böylece kimlerin hangi işlerinin yürüyüşü, yoluna konmuştur?
Uğur Mumcu’nun cenazesinde o gözbağcılığın, o her şeyin birbirine karıştırılmışlığının en somut sonucu olan sloganlar vardı: “Türkiye İran olmayacak,” ya da “Mollalar İran’a…” O sırada kalabalığı televizyondan izleyen ya da orada dolaşan ‘istasyon şefleri’ herhalde ellerini oğuşturuyorlardı. Bir taşla birkaç kuş… Hedef, şaşırtılmıştı.
Halkın görüşünü belirleyen gazetecilik mesleğinin en etkin, en dürüst, en cesur temsilcisi yok edilmiş, böylece emperyalizmin beslemesi bir işbirlikçi-bölücü örgütün kukla önderinin yakalanmışken iki kez nasıl bırakıldığı, devlete ikide bir sorulamaz, halka anımsatılamaz olmuştu. Bunun sonucu da, ‘devletin kalbinde yabancı devlet’ virüsünün içyapıdaki yıkımını, yayılarak sürdürebilmesiydi.
O kukla elebaşının silahlı örgütü, 12 Eylül faşistlerinin Güneydoğu’daki vahşetinin de etkisiyle bugün, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütünlüğünü tehdit eder bir görünüme ulaşabildi.
Bahriye Üçok son yıllarını, “Kuran’da kadınların başlarını örtmesiyle ilgili Tanrı buyruğu bulunmadığını” yazılarında kanıtlarıyla halka anlatmaya adamış, bunu kendine iş edinmişti.
Onun yok edilmesiyle, başörtüsünün Tanrı buyruğu olmadığının, bir İslam bilginimizce halka anlatılması çabası, kaynağında ezilmiş oldu.
Başörtüsü bugün, din devleti amaçlarının en başta kullanılan simgesel aracı olarak, Türkiye Cumhuriyeti ile halkı arasında en büyük çelişkilerden biri olmak üzere yaratılıp büyütüldü, dincilik-laiklik çatışmasının başat ögesi yapılarak laik devletin karşısına çıkarıldı.
Ahmet Taner Kışlalı’nın öldürülmesiyle ise, altkimlik-üstkimlik sorunsalında yaratılan kafa bulanıklığını gidermeyi iş edinmiş emperyalizm karşıtı bir aydınımız yok edilmiş oldu. Aynı bayrak altında yurttaşlık bağıyla ortaya çıkan Türk ulusal üstkimliği unutturulmuş olarak hepsi altkimliklerine dönmüş, yani dünyayı değil, değişik kimliklerle yalnızca birbirlerini görebilir olmuş bir halkı bölmek, altkimlikleri büyütüp üstkimliğin üstüne çıkararak birbirine düşürmek daha kolaydı.
Ahmet Taner Kışlalı, seçtiği bu konuyu en dirençli, en etkili işleyen bir emperyalizm karşıtıydı. O öldürüldükten sonra aynı konuyu sürekli ve onun gücünde ele alan bir aydınımız çıkmadı.
Kışlalı’nın son işlerinden biri de Orhan Pamuk’un, emperyalistlerin korkulu rüyası olan Mustafa Kemal’e yönelik nefretini sergileyen çirkin sokuşturmalarını romanlarından bulup bulup okurun önüne koymasıydı.
Kışlalı’nın paramparça edilişi, ABD Başkanı Bush’un ‘Ortaköy Camisi, Boğaziçi Köprüsü’ manzaralı fotoğrafı çekilirken Orhan Pamuk’u övmesi, Pamuk’a Nobel Ödülü verdirilmesi gibi olayların hedef ortaklıkları, resmin bütününe çok uzaktan bakıldığında ancak görülebilecek bağlantılardır.
Pamuk’un tüm kitapları, Cumhuriyet Devrimini ve onun kurduğu ulusal kimliği karşısına alarak bilinçaltımıza çalışan Kar romanı ve ondan sonra yazacakları, Türkiye’de ve dünyada artık, “Nobel Ödüllü bir yazarın yapıtları” etiketiyle satılacaktır.
Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok… Hepsi Cumhuriyet’te yazarlardı. Genel çizgileriyle Cumhuriyet gazetesi emekten yana, emperyalizm karşıtı yönünü korumayı başarıyordu.
Nobelli Pamuk’un ilk büyük işi, el değiştirtilen basın sermayesinin çıkardığı sol maskeli gazetenin dümenine kendisinin geçirildiği bir tek günü, Cumhuriyet gazetesine saldırmaya ayırmak oldu. Bu çirkin saldırıya, onun kişiliğini tanımakta gecikmiş herkes şaşırdı.
Irkçı saldırılar nedeniyle sapla samanın birbirine karışmışlığından ürkenler, bulanıklığı giderip Orhan Pamuk’un sanatını eleştirmeyi, yapıtlarının yazınsal düzeyini saptamayı erteledikçe, emperyalizm planını yürüttü. Pamuk’a öyle bir madalya taktı ki, bu madalya onun sanatını eleştirebileceklerin sayısını azalttı, azalttı… Bugün artık Pamuk’un sanatını eleştirebileceklerin, o eleştirileri yayımlayabileceklerin çoğu, kafa değişikliğine uğratılmış, o düşüncelerini koruyanların çoğu ise sindirilmiştir. Onu eleştirmeyi erteleyenler de, erteleye erteleye, Nobel Ödülü aldatmacasından sonra, bir anda kendilerini Orhan Pamuk’un alkışlayıcısı olarak bulmuşlardır. Oradan görünüşleri, Nobel Ödülü’ne sevinemeyen herkese ‘faşist’ damgası yapıştırmaya çıkılmış bir iktidar terörizminin tetikçiliğinden başka bir şeye benzemiyor artık.
Pamuk’a ırkçı saldırılar, onun sanatının ve tarihçiliğinin (!) eleştirilmesine gerçekten de engel oluyor. Çünkü ırkçı saldırı, kitap ve düşünce eleştirisinden başka bir şeydir; düşünce değil, vurma, yok etme eylemidir. Bu açıdan bakınca, Pamuk’un hem kişi olarak hem yazar olarak kim olduğunun anlaşılması, bir yandan büyük dış pazarlamalarla, bir yandan da ırkçılarımızın saldırılarıyla engelleniyor. Dünyada El Kaide, Türkiye’de Türk ırkçıları, emperyalizmin kendi doğrultusuna çekmeyi başardığı solcu eskilerinin ve onların yönetimindeki ‘sivil toplum kuruluşu’ görünümlü örgütlerin ‘özgürlük savaşçısı, solcu, muhalif… vb.’ sanılması için, görevlerini pek güzel yerine getiriyorlar.
EZBER BOZUMU VE SOLUN EZBERİ
AKP kurulmadan önceki dönemde Kemal Derviş’in Ecevit hükümetine yerleştirilmesi… Irak planında teslimiyete yanaşmayan Ecevit başkanlığındaki koalisyon hükümetinin birdenbire yıkılması… Derviş’in, seçimlerde ne olur ne olmaz diye bu kez CHP’ye sokulup oranın da güvenceye alınması… Seçimlerin hemen ardından Necip Hablemitoğlu’nun öldürülmesi…
2002 seçimlerinden sonraki ortam, bu ve benzeri önlemlerle büyük yıkım için hazırlanırken, Marksçı Türk solunun büyük bir bölümünün bakış açısı 12 Eylül’den sonra hep olduğu gibi, şu ezbere saplanıp kalmıştı:
“Devlet, egemen sınıfların baskı aracıdır.”
Bu ezberin bilinçsizlikle sakatlanmış yorumlanışı şöyleydi:
“Öyleyse Türkiye Cumhuriyeti de kötüdür, yıkılmalıdır.”
Peki Türkiye’deki patronlar sömürücüydü, devlet de o patronların devletiydi de, Batılı yayılmacı devletler kimin devletiydi? İnsan hakları düşüncelerinin, Helsinki ölçütlerinin, insan emeğinin yüceltilmesinin… vb. değerlerin devletleri mi?..
Türkiye’nin Marksçı solunun önemli bir bölümü, ülkesinde bu olan bitenlerle gerçekten ilgili midir? Yoksa bütün bu vahşi öldürümlerin sorumlusu olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni görmekten başka bir yorum yapamamakta, bu yüzden o hedefsiz, o emperyalizmin kuyruğuna takılmış tutumuyla, ne işe yaradığını kendinin de bilmediği bir ‘Türk ulusal devleti’ karşıtlığını solculuk sanmakta, bununla oyalatılmakta mıdır?
12 Eylül’den sonra Türk solu emperyalizmin oyunları karşısında, Aziz Nesin’in öyküsünde sürekli “Du bakali n’olcek” diyen edilgin seyircinin durumuna düşürüldü. İçinde yok olmayan ‘bir şey yapma’ enerjisinin ise, kendi ulusal devletine yöneltilmesi ve bunun solculuk diye yutturulması büyük ölçüde başarıldı.
‘Ezber bozma’ sözünün ucuzlatılarak modalaştırıldığı şu günlerde, Marksçı solumuzun bu çoğunuğunun hiç unutmaması gereken bir gerçek var. O da, Türkiye Cumhuriyeti’nin, egemen sınıfların baskı aracı olma dürtüsüyle değil, Batı’nın egemen sınıflarının Türkiye’yi yutmayı amaçlamış yayılmacı devletlerine karşı ulusal başkaldırıyla kurulduğudur. Türkiye Cumhuriyeti’nin sosyalizme açılabilecek kapısı da, onun bu özelliğindedir.
Yurtsever, aydın şehitlerimizin çokluğu nedeniyle, anma törenleri gazetelere sığmıyor artık. Gaffar Okkan’ı, Bedrettin Cömert’i, Uğur Mumcu’yu, Muammer Aksoy’u anarken, Hrant Dink’i de düşünce şehitlerimizin yanına, sonsuzluğa uğurladık.
Bağımsız, satılmamış, yurtsever tutumunun, onurlu duruşunun bedelini ödettiler ona. Yok edilerek ancak susturulabilen mert insanlarımızın ortak niteliğidir bu. Onun tutumunda emperyalizm açısından önemli olan, soykırımın varlığına inanıp inanmamak değil, “aradan çekilin, barışımızı bozmayın” demesidir. Üstelik bunun, saygın bir Türkiye Ermenisinin duruşuyla söylenmiş olmasıdır.
İnsan pazarı tetikçi doluydu. Bu öldürüm için gerekli tetikçiyi, ırkçıların arasından buldular.
Yine bir taşla birkaç kuş vurdular.
Işık tutucu soruları bulmaya çalışalım…
Bu iki sorunun ışığı olmadan hiçbir siyasal cinayet anlaşılamaz.
Birinci sorunun yanıtı:
“Biz kendi sorunlarımızı kendimiz çözeriz. Biz Türkiye Cumhuriyeti’nin halkıyız, yurttaşlarıyız. Din ayrımını, ırk ayrımını kullanarak aramıza girmeyin. Bizi bize bırakın…”
Hrant Dink’in Avrupa’ya ve emperyalizmin güdümündeki Ermeni diyasporasına karşı tutumunun onlar için en sakıncalı yanı, kabaca böyleydi.
İkinci sorunun yanıtı:
“Ermeni soykırımının hesabını soracağız” yazılı bir dövizin taşınabilmesi için artık Ermeni diyasporasına da gerek kalmamıştı. Cenazede taşıyanlar, Ermeni etnik kökenli yurttaşlarımız bile değil, Türk etnik kökenli yurttaşlarımızdı.
Kimden soracaklardı hesabı acaba? O boğazlaşma günlerinden bugün kim vardı? Besbelli, o günlerde kurulmamış olan şimdiki devletten ve o günlerde yaşamamış olan şimdiki halkın Türk etnik kökenli kesiminden soracaklardı…
Başka bir gösterge, Hrant Dink yönetimindeki Agos gazetesinin cinayetten sonra kimin, hangi çizginin yönetimine geçtiğidir?
Her şeyin birbirine karıştırıldığı ortam, bir de üstüne üstlük duygusalsa, konuşmak da güçleşir, konuşulanı anlamak da… Emperyalist düşmanın Hrant Dink eylemi, konuşmayı da, anlaşılmayı da iyice güçleştiriyor. Çünkü işin içine bu kez, altkimlik-üstkimlik sorunsalı da giriyor.
Bu yurt bizim mi?
Bizimse, biz kimiz?
Bu yurtta yaşayan yurttaşlar…
Yurtdışından bakıldığında, yurtdışına çıkıldığında, Türkiye yurttaşlarının tümüne ‘Türk’ deniyor. O açıdan, yurttaşın etnik kökeninin hiçbir önemi yoktur. Ermeni’si de Türk’tür, Kürt’ü de Türk’tür, Laz’ı da, Çerkez’i de, Rum’u da, Süryani’si de… (Sayamadığım öteki altkimliklerden olanlar bağışlasın.)
Yani başka etnik kökenden gelenlere, her Allah’ın günü “Türk’sün” deniyor, hattâ Türk etnik kökenli çoğunluk da onlara her Allah’ın günü “Türk’sün” diyor. Onlar da kendilerini, çeşitli etnik kökenlerden Türkler sayıyorlar. Bunda bir yanlış da yok… Çünkü yurttaşlıkla belirlenen üstkimliğin başka bir yaşanma biçimi yok.
Yurtsever, Ermeni etnik kökenli bir Türk, emperyalizmin dümen suyuna girmediği için, sözü dinlenecek saygın bir Türkiye Ermenisi olduğu için öldürülüyor. Bu öldürümü nefretle kınayan on binler, orada kendilerini onun kimliğiyle özdeşleştirerek yürüyorlar, onunla bütünleşerek saldırıya meydan okuyorlar. Böyle bir bütünleşme içinde bile, bir günlüğüne olsun kendini öldürülenin yerine koyamayanlar, üstüne kötü bir şey yapışmış da onu silkelermiş gibi, “Ben Ermeni değilim kardeşim, Ermeni değilim, Türk’üm ben!” diyenler, Ermeni arkadaşlarının, Ermeni komşularının yüzüne nasıl bakarlar?.. Onların sorunlarını, dertlerini içtenlikle dinleyebilirler mi? ‘Türkoğlu Türk’ olmakla her gün övünürken, bir acıyı bir günlüğüne “ben de sendenim” diyerek paylaşmayı Türklüğe zararlı gören bu yurttaşlarımız, tüm ırkların eşit olduğuna acaba gerçekten inanıyorlar mı, yoksa aslında kendi ırklarının öteki ırklardan üstün olduğu duygusunu gizliden gizliye yaşıyorlar mı? Bir tepkinin simgesi olarak bile olsa, bir günlüğüne kendini başka bir altkimlikten, başka bir etnisiteden saymak bu denli korkunç, bu denli kötü, bu denli itici bir şey olarak mı görülmeliydi?
Bir günlük tepkisel ve simgesel Ermenilikten bunca rahatsız olanlar, Mustafa Kemal’in “Ne mutlu Türk’üm diyene,” “… damarlarındaki asil kan,” “Bir Türk dünyaya bedel…” vb. sözlerini, devletinin başındaki hanedanlarca bile yüzyıllarca sürekli aşağılanan Türk’ün özgüvenini artırmak için söylediğini hiç mi anlamamışlar, bu sözleri hep düz anlamıyla mı algılamışlardır?
Yalnızca Türkiye’ye değil, daha da öncelikle Türkiye Ermeniliğine, Ermenilerimizin yurtseverliğine yöneltilmiş böyle bir emperyalist saldırısında bile, on binlerin şehitle bütünleşmesini Türklük için tehlikeli bulanların Türklüğü, benim anladığımdan başka bir Türklük olmalı. Türk ırkından olmayan herkesi ayıran ve ayırdıklarına yabancı olan o Türklük hiçbir Ermeni’yi “Sen de Türk’sün” diye askere çağıramaz. Zorla götürse bile, düşmanla savaşırken ölen Ermenisine şehit diyemez. Böyle bir Türklük anlayışı, yurt savunmasını yalnızca Türk etnik kökeninden gelenlerin omuzuna yıkacağı gibi, o etnisiteden gelmeyenleri de kırgın, küskün, içe kapanık, bu yüzden de tehlikeli yurttaşlara dönüştürür. İşte dostluk, barış, kardeşlik o zaman ortadan kalkar. “Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olan herkes, ─üstkimlik/ulusal kimlik anlamında─ Türk’tür” önermesi de o zaman doğruluğunu, haklılığını yitirir. Sokaklar bile, “Türk değilim, Türkiyeliyim” diyen o çözücü, o dağıtıcı, o parçalayıcı anlayışla dolar.
KUŞKULANDIRICI BİR NAKARAT: “ÖRGÜT ARAMA!.. ÖRGÜT YOK…”
“Bu cinayetin ardında örgüt aranmasın, küçük bir arkadaş grubuna ulaşılsa bile, daha büyüğünün ya da başka bir örgütün olabileceği hiç düşünülmesin,” diye düşünen yöneticilerin, yazarların, siyasetçilerin… Hepsinin dürüstlüğünden kuşkulanmak zorundayız.
Bizi, on yedi yaşındaki bir çocuğun, öfkeyle Trabzon’dan İstanbul’a değin gelip, öfkesi yine de dinmemiş olarak bir yazarımızı öldürebileceğine inanmaya niçin zorluyorlar? Niçin aklımızı, beynimizi çalıştırmayalım da, kendi söyledikleri masallara inanalım istiyorlar?
Daha soruşturma ve yargılama bile başlamamışken birtakım kalemlerin, birtakım kamu görevlileri ve siyasetçilerin elbirliği ve anlaşılmaz bir gayretkeşlik içinde, “Örgüt yok, örgüt yok… Hele yabancı bağlantı hiç yok…” nakaratını hep bir ağızdan söylemeye başlamaları, ne kadar çirkin ama ne kadar da çok şey anlatan bir görüntüdür.
Bu koronun karşısına halkça dikilip şunu sormak zorundayız:
“Kimden yanasınız?”
Gizlice birilerinin borazancılığını yapmıyorlarsa, hiç olmazsa sussalar da, soruşturma yapan savcıları, polisleri etki altında bırakmasalar.
Birilerinin, olayın içinden örgüt çıkacak diye, neredeyse ödleri kopuyor? Bu ödü kopanların sayısındaki çokluk, yaygınlık, mesleklerindeki ve görevlerindeki çeşitlilik, neden hiçbir siyasal öldürümün gerçek tasarımcılarının ortaya çıkarılamadığının da yanıtı olsa gerek.
SONUÇ OLARAK:
1- “Türkler bir milyon Ermeniyi öldürdü” diyen türedi tarihçi Orhan Pamuk’a, bilinçaltımıza çalışan kitapları ülkesinde ve dünyada daha çok okunsun, yurttaşlarınca da eleştirilmeyip rahat etsin diye Nobel Ödülü verdirmek…
2- Ermeni soykırımı konusunda dışarıdan dayatmalara karşı çıkan yurtsever Hrant Dink’i ortadan kaldırıp, sonuca gitmeyi kolaylaştırmak…
Bunlar, hâlâ bağımsız devlet olan antiemperyalist mayalı Türkiye Cumhuriyeti’ni içerden çökertmek yolunda emperyalizmin son iki büyük işiydi. (**)
Hürriyet Yaşar
telgrafhane.org
(**) İşbirlikçiliğe karşı durmaya çalışan yurtsever aydınların, yurtsever kamu görevlilerinin hepsi birden yok edilemeyeceği için daha sonra, “düzmece senaryolarla büyük bir hapishanede etkisizleştirilerek susturulmaları” yöntemine de geçildi. Üstelik onların davalarını mafyanın, suç çetelerinin davalarıyla karıştırıp halkın kafasını bulandırma taktiği de kullanılarak.