Türkiye’de sosyalist hareket, bin bir baskı ve zulümle içine itildiği marjinallikten çıkamayalı neredeyse 35 yıl oldu. Bu süre zarfında elbette büyük eylemler gerçekleştirdi, kitlesel mitingler düzenledi, kimi yerelliklerde baskınlık kazandı, zaman zaman ülkenin gündemine girmeyi başaran direnişler sergiledi, hatta çok geniş bir kesimden “aferin” alan etkinliklerde bulundu.
Ama tüm bunlar, sosyalist harekete eşik atlatmaya, bir başka düzleme sıçratmaya yetmedi.
Sosyalist hareket, toplumun vicdanı olabildi ya da tarihe not düşebildi; ama güçlü ve etkili bir siyasal aktör, toplumsal dinamiklerle buluşup onları yönlendiren bir somut güç olamadı.
Bu cümlelerde hepimize yapılmış bir miktar haksızlık olduğu açık, ancak bundan sonrasını değerlendirebilmek için iğnenin kendimize bu kadarcık batırılmasında da fayda var.
Bundan sonrası derken neyi kast ediyoruz peki?
Sonda söylememiz gerekeni şimdiden söyleyelim öyleyse: Türkiye’de sosyalist hareketin, son 35 yıldır yaşadığı marjinalliği aşmak, ülkenin gerçek ve somut siyasal aktörlerinden biri haline gelmek, etkili ve güçlü bir mücadele kulvarına dönüşmek için kullanabileceği olanaklar belirmiştir.
Bu bir dilek ya da hayal değil, bir saptamadır.
Kriz dönemleri, tüm dünyada, sosyalist hareketlerin dikkatini çekmiş, kimi taktik adımlar üretilmesini gerektirmiş, hatta yükseliş ve sıçrama için birçok imkan yaratmış dönemlerdir. Bugünün Türkiye’sinde sosyalist mücadelenin önünde yükseliş ve sıçrama gibi ihtimallerin bulunduğunu söylerken de, böylesi bir kriz konjonktüründen geçtiğimizi akılda tutmak gerekiyor.
Her şeyden önce, AKP iktidarı açısından çok ciddi bir destek anlamına gelen emperyalizmle ilişkiler konusunda, önümüzdeki dönemin, son aylarda yaşanan sıkışmayı daha da artıracak gelişmelere gebe olduğu açıktır. Başta ABD olmak üzere, dünya emperyalizminin Türkiye’ye tanıdığı alan giderek daralmış, bölgede oluşan yeni süreçler ve dinamikler Türkiye’nin rolüyle ilgili güncellemeleri dayatmıştır. Bu daralmanın ve güncellemenin, AKP iktidarının hırsları ve projeleriyle kusursuz biçimde uyumlulaştırılması neredeyse imkansızdır. Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde AKP ile emperyalizmin bölge politikaları arasında çeşitli uyumsuzlukların, bu uyumsuzluklara bağlı olarak da kimi çelişkilerin, itişmelerin, sürtüşmelerin yaşanması beklenmelidir.
Ülke içinde ise, AKP iktidarının hukuku ve meşruiyeti tümüyle bir kenara atma eğilimi, Türkiye burjuvazisinin canını sıkmaya devam etmektedir. Burjuvazi, Birinci Cumhuriyet’in bir mirası olarak, siyaseti hayli etkin ve işlevli biçimde kullanmayı alışkanlık edinmiştir. Ancak AKP ile birlikte, siyaset, bir yandan burjuvazinin iç dengelerine müdahale etmenin aracı haline getirilmiş, öte yandan toplumsal gerilimlerin ortaya çıkmasını sağlayan bir açık silaha dönüşmüştür. Burjuvazi, bunun yerine, sermaye sınıfının dengeleriyle siyasal çıkarlar lehine oynanmadığı ve toplumun geniş kesimlerinin siyasete bulaşmadan yaşamak zorunda kaldığı bir ülkeyi tercih etmektedir. AKP iktidarı, her ikisini de imkansızlaştırarak, Türkiye burjuvazisinin korkularını depreştirmektedir.
Türkiye’de Birinci Cumhuriyet’in yıkılıp İkinci Cumhuriyet’in inşasına eşlik eden, siyaset alanının önce radikal biçimde tasfiye, ardından da revize edilmesi süreci, gelinen noktada siyaset alanının merkezinde hissedilir bir boşluk yaratmıştır. AKP’de cisimleştiği ölçüde İkinci Cumhuriyet rejimi, merkezi, geçmişe kıyasla bir hayli sağda kurmuş olmakla kalmamış, kendine göre daha merkezde durmaya niyetlenenlere siyasal ve toplumsal bir zemin de bırakmamıştır. Dolayısıyla, bugünkü Türkiye’de, AKP’nin sivriliklerini törpüleyecek, ölçüsüzlüğünü dengeleyecek, saldırganlığını yumuşatacak, ama yine de İkinci Cumhuriyet’in temellerine sadık kalacak bir merkez sağ alternatifinin yaratılması imkansızlaşmıştır. Bunun yerine, merkez solda oluşturulacak bir güçle AKP’yi terbiye etmek ise, yine burjuvazinin tarihsel ve sınıfsal korkuları nedeniyle hayata geçirilebilecek bir proje gibi görünmemektedir. Yani burjuvazi, kaymağını yiye yiye semirdiği AKP rejimine, mahkum olmuş durumdadır.
AKP’ye mahkum olmayan tek güç ise, halktır. Türkiye halkı, başta Haziran olmak üzere, AKP rejimine mahkum olmadığını, AKP eliyle yaratılan dinci-faşizan toplumsal düzene boyun eğmeyeceğini göstermiştir. Bu açıdan, sosyalist hareketin, halk dinamiğini ciddiye ve dikkate alması zorunluluktur.
Çünkü son bir yıldır yaşananlardan sonra, halk hareketliliğinin nesnel olarak solun hitap ve etki alanına girdiği, en azından aradaki mesafenin kısaldığı görülmektedir. Haziran’dan bu yana, solun alanı değilse de, etkinliği artmıştır ve önümüzdeki dönemde bu artışa bir genişlemenin de eşlik etmesi ihtimal dahilindedir. Başta gençler ve kadınlar olmak üzere, Türkiye’deki önemli toplumsal dinamikler, uzun yıllardır olmadığı ölçüde sola ve sosyalist mücadeleye ait ya da yakınsayan arzular ve talepler dile getirmektedir. Bu koşullarda sosyalist hareket, her tür yetinmecilik ya da kanaatkarlıktan büsbütün uzaklaşmalı, ama bir yandan da halk hareketinin geldiği noktayı, daha ilerilere sıçramak için üzerine basabileceği bir zemin olarak değerlendirmelidir. Bu zeminin pürüzlerinin giderilmesi, sosyalist harekete engel oluşturabilecek unsurlardan arındırılması, deyim yerindeyse zeminin zararlı otlardan temizlenmesi ise, siyasetin günde beş vakit tekrar etmeye gerek olmayan doğası gereğidir.
O halde, karşımızda şöyle bir manzara vardır: Türkiye kapitalizmi ve AKP rejimi, emperyalist merkezlerle kurduğu ilişkide kimi çelişkiler yaşayabileceği bir uyumsuzluk dönemine girmiştir; bu arada ülke burjuvazisinin kaygılarını da artıracak biçimde siyasal ve toplumsal dengeleri kalıcı biçimde bozmuştur; Türkiye siyasetinin AKP eliyle dönüştürülmesi, AKP’nin karşısına çıkması beklenen alternatiflerin, daha ilk adımda gündemden düşmesine yol açacak denli sağda konumlanan bir siyasal merkeze yol açmıştır; ülkenin yarısını ifade eden geniş bir kesim ise, AKP’ye tepki göstermekte, bu kesimin ana gövdesi ise köprüleri tümüyle yakmış olup, bilfiil AKP ile mücadele etmektedir. Bu listeye eklenmesi gereken AKP’nin yönetememe krizinin en esaslı kaynağı da, mücadele eden bu kesimlerdir.
Kahin olmaya gerek yok: Bu manzara, adıyla sanıyla siyasal ve toplumsal bir kriz manzarasıdır. Bu krizin şiddeti ve yakıcılığı inişli çıkışlı bir seyir izleyecektir, izlemektedir. Ancak krizin varlığı, inkar edilemeyecek bir gerçekliktir. Üstelik, şu anda görünürde olmayan bir sınıf hareketliliğinin bu manzaraya eşlik etmesi, krizin niteliğini baştan sona değiştirme potansiyeline sahiptir.
Dolayısıyla, sosyalist hareketin gündemine bu krizin ve yarattığı olanakların girmesi kaçınılmazdır.
Sosyalist hareket, bir yandan siyasal mücadelenin ihtiyaçlarına yanıt vererek, bir yandan geniş halk kesimleriyle olan temasını derinleştirip genişleterek, bir yandan da AKP karşıtı mücadelenin gündemlerini ve taleplerini ileriye taşıma çabasını sergileyerek, mevcut kriz ortamına güçlü bir müdahalede bulunmalıdır.
Bu, bir yanıyla AKP rejiminin krizini derinleştirmek anlamına da gelir; öte yandan, sosyalist hareketin 35 yıldır mahkum olduğu marjinalliği aşması da buna bağlıdır.
O halde sosyalist hareket, ya elindeki olanakları değerlendirip marjinalliğinden kurtulacak, Türkiye siyasetinin etkili ve güçlü bir aktörü olacak, geniş halk kesimlerinin temsilciliğini ve yönlendiriciliğini kazanacak, kısacası yükselecek, sıçrayacak ve eşik atlayacak ya da toplumun vicdanı olmaya, tarihe not düşmeye devam edecek.
Bu bir saptama ya da değerlendirme değil, önümüze gelmiş bir ödevdir.
Ödevden de öte, bir çağrıdır.
Kaynak: http://cansoyer.tumblr.com/post/87909403348/turkiye-solu-s-crayacak-m
İlgili içerikler
1) Can Soyer: Haziran Üzerine 11 Tez: http://cansoyer.tumblr.com/post/87186391733/haziran-uzerine-11-tez
2) Geri basmaya doğru “N’apalım”ı değil, ileriye doğru Ne Yapmalı’yı tartışalım!.. : http://telgrafhane.org/geri-basmaya-dogru-napalimi-degil-ileriye-dogru-ne-yapmaliyi-tartisalim/