İtiraf mı? Kabul edebiliriz, Necip Fazıl Kısakürek yazıyor; “Yeryüzünde yalnız benim serseri, / Yeryüzünde yalnız ben derbederim.” Devamla, yersiz yurtsuz olduğunu da söylüyor.
26 Mayıs 1904 doğumlu. İstanbul’da Çemberlitaş’ta doğdu. Her çocukluk anısı çocuklukla arayı açan zamanla unutulur. Bir anısını asla unutmadı; altı yaşındayken, yaşamını yitiren ablası Semra’nın ölümünü. Bu ölümün ruhunda kabuk bağlamayan yaralar açtığı söylenir. İçinde barındırdığı korkular – ölüm korkusu da – bu yüzdendir. Korkularını ‘Ruh Burkuntularından Hikâyelerim”de yazacaktır. Şairliği on iki yaşındadır. Hastanede sağaltımı sürdürülen annesini ziyarete gider. Yatağın üzerinde siyah kaplı eski bir defter vardır. Defter annesinin değil, bitişikteki yatakta yatan veremli genç bir kızın. İçinde şiirleri var. Kız annesine okuması için vermiş. Annesi orada söyleyecek, şair olmasını istediğini. Babası Abdülbâki Fazıl Bey hukukçu. Bursa’da Askeri Mahkemede Teğmen rütbesi ile üyelik, Gebze’de savcılık, İstanbul/Kadıköy’de yargıçlık yaptı. Annesi Girit Muhacirlerinden… İlk ve Orta eğitimini Amerikan Kolej ve Robert Kolej’de tamamlar. Askeri Deniz Lisesi’ni bitirir.
İlk şiirini 1923’de, on dokuz yaşındayken Yeni Mecmua’da yayımlar. Necip Fazıl’ın söylemine göre, şiirini Yeni Mecmua’nın editörü olan Yakup Kadri’ye götürür, “İşte bu benim şiirim. Bunu yayımla. Yayınlamasan da bana ne!” der. Yakup Kadri, Necip Fazıl’ın bu küstahlığına kızar. Önce önemsemez, sonra okur, beğenir ve Yeni Mecmua’da yayımlar.
İstanbul Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nü 1924’te bitirir. Fransa’ya Sorbonne Üniversitesi’ne gönderilir. Sorbonne’da da Felsefe okuyacak ve Bergson Felsefesi’nden etkilenecektir. Paris’te eğitim gördüğü sırada, kumarla tanışır. Okulu önemsemez, derslere girmez. Şiirinde söylediği gibi tam bir serseri, tam bir derbederdir. Dostoyevski’yi yiyip bitiren kumar’ın Necip Fazıl’ı da tükettiğini, hiçleştirdiğini görüyoruz. Cebinde ne varsa, son kuruşunu yitirinceye kadar kumar masalarından kalkmaz. Üç silahşörler gibidir onlarla; İçki, sigara ve kumar. Türkiye’ye dönmek için cebinde parası yoktur. Nesi var nesi yoksa hepsini kumarda yitirmiştir. Arkadaşları aralarında para toplayarak biletini alırlar.
Üç silahşörleri olan İçki, sigara, kumar’a Türkiye’de de devam eder. Üç Silahşörler varsa, bir de Dartanyan olmalı; Kadın! Abdülhakim Arvasi’ni tanıyınca bu yaşamdan uzaklaştığını söyler? Gerçekten de öyle midir?
Başbakan, Atatürk’ün ‘Gençliğe Hitabe”si yerine Necip Fazıl’ın ‘Gençliğe Hitabe’sini öneriyor. Necip Fazıl, Gençliğe Hitabe’de “Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin davacısı bir gençlik’ istiyor. Necip Fazıl’ın ‘kinin davacısı gençlik’ nasıl bir gençliktir? Onu da yazıyor. “Halka değil, Hakka inanan, meclisin duvarlarında ‘Hâkimiyet Hakkındır’ düsturuna hasret çeken, gerçek adaleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bilen bir gençlik.”
Başbakan, telekonferans ile Necip Fazıl’ın Hitabesi’nin bir bölümünü okuyor, kininin davacısı bir gençlikten söz ediyor ancak Necip Fazıl’ın halka inanmayan, meclisin duvarlarına ‘Hâkimiyet Allahın’dır’ yazacak bir gençlik istediği kısmını okumak gereğini duymuyor. Necip Fazıl’ın ve Başbakan’ın istediği gençlik, egemenliği kayıtsız şartsız milletten alacak ve hakka verecektir. Bu gençliğin halkı yoktur.
Necip Fazıl’ın bu nitelikli gerici söylemlerini şiir dışına çıkarak, düzyazılarında ve özellikle 1950’li yıllarda Büyük Doğu Dergisi’nde geliştirdiği biliniyor.
Necip Fazıl, Abdülhakim Arvasi ile tanıştıktan sonra, Büyük Doğu Dergisi’nde öne sürdüğü milliyetçi ve gerici söylemini geliştirirken, kendi söylediği gibi mi yaşıyordu? Necip Fazıl başkaları için önerdiği milliyetçi/mukaddesatçı yaşam biçimini gerçekten de kendisi için de istiyor muydu? Öyle yaşayabiliyor muydu?
Altan Öymen, ‘Bir Dönem Bir Çocuk’, ‘Değişim Yılları’ kitaplarının ardından anı serisini bir üçüncü kitapla sürdürdü; ‘Öfkeli Yıllar” Altan bu kitabında Taksim’de bir apartmanın bodrum katında, dönemin İstanbul Emniyet Müdürü kemal Aygün’ün de katıldığı bir baskında Necip Fazıl Kısakürek’in kumar oynarken yakalandığını yazdı. Öymen, Necip Fazıl’ın yakalanması üzerine, orada bulunma gerekçesini “Ben buraya röportaj yapmak için geldim, mecmuamda kumar aleyhine yazı yazacağım” biçiminde açıkladığını yazar.
Baskının yapıldığı tarih, 22 Mart 1951’dir. Baskının yapıldığı Taksim’deki kumarhanenin adresi de Pire Mehmet Sokağındaki bir apartmandır. Apartmanın alt katı kumarhane olarak işletilmektedir. Bakara masasında kumar oynayan on dokuz kişi vardır ve bunlardan biri de Necip Fazıl Kısakürek’tir.
Polis Necip Fazıl’a 30 lira para cezası yazar ve serbest bırakır.(1)
Necip Fazıl’ın, Gençliğe Hitabe’sinde istediği gençlik tanımı içinde böyle bir gençlik de istiyor almasın? Yazmasa da kendi yaptığına göre, gönlünde yatan aslan budur!
Başbakan Tayyip Erdoğan Kasım 2011’in son haftalarında iki çıkış yaptı. Bunlardan biri Dersim’e ilişkin söyledikleriydi. İkincisi Kısakürek’in şiirini okuyarak, söyledikleridir. Kısakürek’in “Son Devrim Din Mazlumları” kitabını istedi. İkinci çıkışın, birinci çıkışı tamamladığını görüyoruz. Başbakan’a göre kitap sözde “Dersim Katliamı”nın kanıtlarından biridir.
Necip Fazıl’da iki Necip Fazıl var. Kırılma noktası olarak Abdülhakim Arvasi ile tanışıklık sonrası olabilir. Abdülhakim Arvasi öncesi ve Abdülhakim Arvasi sonrası… Daha doğrusu ilk dünya işlerine dalmış Necip Fazıl, diğeri dünya işlerinden kaçan Necip Fazıl. İkincisi ilkinin günahlarını çıkarmaktadır. Dönmüştür. Dönemin nimetlerinden yararlanma üzerine kuruludur. İlkesizliğini buradan görebiliriz. Her devrim adamı olmuştur, parayı verenin düdüğünü çalmıştır.
Başbakan ikinci Necip Fazıl’ı gösteriyor. İlkini de göstermek gerekiyor. İki yazıdan söz edilebilir. İkisi de Kubilay’la ilgilidir. Gericiliğe ilişkin görüşlerini Kubilay üzerinden gösteren iki yazı(2)… İlkinin başlığı “Kubilay’ın Başı”. Şunları yazıyor; “Vatanımızın kalbimize en yakın bir köşesinde, daha dün düşman bayrağından temizlediğimiz bir meydanı, bugün… ınna fetahnleke, yazılı zift ruhlu bir irtica âleminden temizliyoruz. Düşman bir kılıçtır. Bu kılıç şakırtıyla çekilir, vızıltıyla savrulur aydınlıkta saplanır. İrtica, yatağımızın başucundaki bir bardak suya karıştırılan zehirdir. / Kubilay’ın katili Derviş Mehmed’in Menemen kapılarına sokuluşu gibi, uykumuzu bekler ve ayaklarının ucuna basa basa gelir. /Menemen kasabasının meydanından ne soralım? / Sekiz sene evvelki hatıralarını ne çabuk unuttuğunu mu?/Üstünde nöbet bekleyen üniformanın kesik başını nasıl alkışlayabildiğini mi? / Bunu sormasak da olur. / Belki bu meydan, etleri softa çimdikleriyle didik didik oyulan Hallaç Mansur’un üstünde can çekiştiği topraktan daha çok yandı. / Menemen hükümet meydanında toplanan ister üç kişi olsun. Üç yaylım ateşle dumanlara karışan vaka ister bir cam kırılışı kadar ufak, ister Nuh Tufanı kadar büyük olsun. Dökülen kan ister bir yüksüğü, ister bir sarnıcı doldursun. Bu hadisenin mana ve derecesi, dışımızdaki hesap ve mikyasların hükmünden çıkıyor. Bu hadisenin şekli ile ruhu arasındaki fark, Kubilay’ın diri ve ehemmiyetsiz başı ile ölü ve ebedi başı arasındaki farka müsavidir. Bu farkı meydana Kubilay’ın kesik başı çıkardı. / Tesadüf bunca insan arasında, mürtecilerin çıkacağı yere muallim Kubilay’ı gönderdi. Vazife bunca namzedi içinde irticai tepelemeye zabit Kubilay’ı yolladı ve mefkûre bunca serden geçtisi arasında, fedakârlık damgasını vurmak için Kubilay’ın başını seçti. / Ona icap ettiği kadar yanmak ve ruhuna paye vermek elimizde değil. / Fakat bir muallim ve zabit banı yuttuktan sonra sinsi sinsi deliğine çekilen karayılan şöyle ıslık çalıyor: / Bana, tabii ömrün ne kadarsa burada bitirip geber, diye bir delik gösterdin. Ben bu delikte duramıyorum. Beni taş’a ezemedikçe, gazla yakamadıkça, külümü yele vermedikçe sana rahat haram olsun… / Onun bu son isteğini yerine getirmek elimizdedir.”
Buna ilişkin ikinci bir yazı daha var. Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’ne 5 Ocak 1931 tarihinde konuşuyor. Demeci gazetenin koyduğu başlıkla “Necip Fazıl Bey’in Nutku” başlığı ile yayımlanıyor. Necip Fazıl burada da Kubilay üzerinden, gericiliğe yükleniyor. Söyledikleri şunlardır; “ Karşımızda küçük bir hadise, büyük bir baş var. Dünya kuruldu kurulalı, bu kadar küçük bir hadise ve bu kadar büyük bir baş doğurmadı. Ne 31 Mart, ne Şeyh Sait isyanı, ne Ağrı hareketi mahiyet ve ruh olarak Menemen hadisesiyle boş ölçüşemez. Hâlbuki bunlarda daha çok kan aktı. Hıyanet daha geniş bir sahada ayaklandı. Boy ölçüşemez zira bunlar irticanın basit bir kalkışından, kötü bir fırsatçılık hareketi ile bir tali dönüşünden başka bir şey değildir. Bu defa böyle olmuyor, meyus, bedbin, çürük, hamlesiz zan ettiğimiz irtica, bir hadisenin mikyas ve kitlesine sığdıramadığı kast ve gayzini bir gencin kesilen boğazına sığdırabiliyor. / Binaenaleyh mesul kimdir? Mesul Derviş Mehmed ve avaresi değildir. İrtica bahrimuhitteki (okyanustaki) buz dağları gibi suyun gözüne sivri bir uç çıkardı, mesul uç değildir. Bu ucu tepelemekle, suyun yüzünde ondan hiçbir nişane bırakmamakla dağı kaldırmış olmayız. O dağı tuzla buz etmek lazım ./ Mesul kasketinin güneşliğini, kasketlikten çıksın diye arkasına getirendir. Mesul elleri cübbesinin cebinde yüzümüze bakmaktan korkarak, niyeti meydana çıkmasın diye telaşlı telaşlı yürüyendir. / Onu tarife hacet yok. Onu tanırız. Yürüyüşünden, duruşundan, bakışından, kaçışından tanırız. O zaten kendisini gizlemiyor. Dün başına sarık takıyordu. Bugün giydiği, kanun nazarında şapka, hüsnü nazarında gene sarıktır. Bugünün sarıklısı dünkünden daha çok yezittir. / Kubilay hepimizin namına, teker teker hepimiz için, kaç bin milyonsak hepimiz hesabına can veren insandır ./ Genç ve uyanık adam. Heyecanından emin olabilirsin. Damarlarındaki kanın deveranı süratini ölçecek hiçbir alet yok. Beni böyle oturduğun yerde dinlemeyeceksin. Karışacaksın, dalgalanacaksın, sokaklara döküleceksin. Onunla taş, masa, iskemle ne çıkarsa üstüne çıkıp bağıracaksın. Şahlan. Softanın ucuna Kubilay’ın kafasını bağlayarak şaklattığı kırbaç sinirlerinizde bir kıyamet uyandırmıyorsa hayatiyetten şüphe edebilirsin ./ Eğer inkılâbı zayıf tutarsan, eğer inkılâbı yüreğini, hassasiyetini ve sinirlerini temsil etmezsen, bıçağın ters tarafı ile yirmi dakikada kesilen Kubilay’ın kafasında sana tevcih edilen akıbeti seyredebilirsin. / Türkiye nüfus kütüklerindeki softa ve mürteciin yeşil kanını kurutacaksın bu kadar.”(3)
Tayyip Erdoğan’ın Necip Fazıl’ın şiirlerinden ve düşüncelerinden çok etkilendiği biliniyor. 1970’li yıllarda Milli Türk Talebi Birliği’nin Necip Fazıl için düzenlediği jübilede, şairi kimin sunacağına ilişkin bir seçme yapılıyor. Seçimi Necip Fazıl yapıyor. İki aday var. İlkini beğenmiyor Necip Fazıl, ikincisi sunumunu yapıyor. Necip Fazıl’ın sunumdan memnun olduğunu anlıyoruz. Üstadın beğendiği aday Recep Tayyip Erdoğan’dır.
Necip Fazıl’ın Amerika tutkusu biliniyor. Büyük Doğu’da buna ilişkin yazdıkları var. Necip Fazıl, Demokrat Parti’nin, Adnan Menderes’in de parasal katkılarıyla çıkardığı dergisinde 17 Temmuz 1959 tarihli yazısında Amerikan politikalarını korumakla yükümlü olduğumuzu söylüyor. Amerika’nın izlediği siyasal yapılanmayı izlemenin tek yol olduğunu yazıyor. Necip Fazıl’a göre, “Tek Yol Amerika”dır. Bu ilişkiyi aşka benzetiyor. Amerika nazlı bir sevgilidir, onu incitmemek için ‘nazlı bir sevgili’ gibi davranmak gerektiğinin altını çiziyor. Bu ne sevgi ah, bu ne ıstırap… Şarkının bestesi Abdullah Yüce, sözleri Hasan Bayrı’ya ait… Ben ilk Abdullah Yüce’nin sesinden dinledim. “Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap / Zavallı kalbim ne kadar harap / Nasibim olsun bir yudum şarap / Sun da içerim yârin elinden / /Al şu kadehi yasla doldurma / Düşürme yeter gönlümü gama / Grubun rengi vurmadan cama / Ver mezesini tatlı lebinden // Bahtım sarılmış bembeyaz tüle / Nemli gözlerle yalvardım güle / Uzak kalırsam bana acele / Selamlar gönder seher yeliyle”
Necip Fazıl Amerika sevgisinden, ya da Amerika’yı nazlı bir sevgili olarak betimlerken aşktan söz ediyor ve tensel cinsellikten ayırıyor. Hazzı biliyor. İncitmeden ilişki kurmaktan yana, yoksa herhangi bir Amerikan bahriyelisinin –örneğin Amerikan 6. Filosu’nun turistik liman kentlerine uğradıklarında Türk kadınları ile yaptıkları gibi- “iki yana açık bacakları arasında” işini gördüğü kadınlardan biri olacağımızı anımsatıyor. Ayrım önemlidir. Necip Fazıl bizi becerilebilecek bir “kadın” olarak görüyor ve nazlı sevgiliyi de Amerikalı bir bahriyeli olarak çiziyor. Bizim kendimizi böyle görmediğimiz ama Amerika’nın öyle gördüğü ve öyle “muamele” çektiği ortadadır. Bu ilişkinin tekniğini de gösteriyor üstat. Dış ve iç siyasetimizi “Amerikanizm”e uygun bir tekniğe göre ayarlamak gerektiğini yazıyor. Taocu seksten sonra Necip Fazıl’ın tekniğidir bu! Pozisyonumuz bellidir. Bir metres ilişkisi olarak gördüğünden kuşku yok. Çünkü nazlı sevgilinin ilk ve tek kadını değiliz. Nazlı sevgili çapkının teki, bizden başka “en küçük milletler”le de aynı pozisyonda işi götürüyor. Yapmazsak sonumuzun “hazin” olacağından kuşku duymuyor. Şunu da yazıyor; “Amerika da ancak böyle bir şahsiyete maddi ve manevi itibar biçebilir.”
Necip Fazıl nazlı sevgilinin işini görebilmek için planlı ekonomiye geçişe karşı çıkıyor. Ağır sanayi atılımlarını istemiyor. Kıbrıs politikasını uygun bulmuyor. Bunların Amerikan çıkarlarına ve isteklerine göre yeniden düzenlenmesini istiyor. Büyük Türkiye sözünü, “uyanıkken sayıklamaya” benzetiyor. Hastalık olarak nitelendiriyor, doktora başvurmak ve tıbbi yardım almak gerektiğini söylüyor. Büyük değil küçük Türkiye’den yanadır.
Yetinmiyor. Bağımsızlığa ve bağımsızlığın millet eliyle kullanılmasına da karşı. TBMM’nin duvarında yazılı olan Mustafa Kemal Atatürk’ün o güzelim sözü “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözünün de kaldırılmasını savunuyor. Yerine konmasını istediği nedir? “Bu efendiler bilmiyorlar mı ki” diye başlıyor ve sürdürüyor; “Efendilerin ana nizamname diye öne sürdüğü bizim ‘ideolocya Örgüsü’ eserimizde meclisimin duvarlarında ‘Egemenlik ulusundur’ yaftası değil, ‘Hâkimiyet Hakkındır’ levhası vardır?” Çok açık ‘Egemenlik ulusundur’u yafta, Hâkimiyet Hakkındır’ı levha olarak kabul ediyor.
Sözlüklerde yafta, ‘üzerine asıldığı ya da yapıştırıldığı şeylerle ilgili herhangi bir bilgi veren yazılı kâğıt parçası, etiket’, levha için de bu tanıma uygun olmakla birlikte ayrıca kanun anlamına da geldiği yazılıyor. Roma Hukukunda, “On iki levha Kanunu” olarak söz ediliyor. M.Ö 452 yılında henüz hukuk yazılı hale getirilmeden, hukukun bütün alanlarına giren maddeler halk meclisince kabul ediliyor ve kanunlaştırılıyorlar. Bronz, tahta, fildişi levhalar Roma’nın en büyük alanı olarak bilinen Forum Romanum’a asılıyor ve halkın bilgilenmesi sağlanıyor. Levha, yaftadan daha üstün tutuluyor. En azından Necip Fazıl’ın öyle gördüğünü çıkarsayabiliriz. Yaftanın bir de aşağılayıcı bir anlamı var, “yaftalamak” iğreti olarak damgalamak gibi bir deyime de dönüştürülüyor. Kategorize etmek, etiketlemek, belli bir model içine yerleştirmek, belli bir düşünce ile ilişkilendirmek gibi olumsuz içeriğe de sahip.
Şair Hüseyin Haydar, bir anekdot anlatıyor. “Turgut Özal da partisini kurmadan önce Necip Fazıl’a gider. Üstad eline kalemi tutuşturup ilkelerini yazdırır: 1- Orduda ve bilhassa ordunun gençlik kademesinde rol sahibi olmak. 2- Sırasında kaypak ve çevik, sırasında atak ve gözü kara olmak icap eder. 3- Mukaddes gayeye erişmek için Harp hiledir kaidesince davranmak. 4- Dış politikada partiyi desteklendirmek için Amerikan nüfuzunu kullanmak.”(4)
Necip Fazıl Dersim olaylarını da katliam olarak görür. Oradaki katliamın gerekçesini Doğu Anadolu’nun “İslami Rengi”ne tahammülsüzlük olarak gösterir.
Haksöz Haber Gazetesi’nden Asım Öz, Doçent Doktor Alaattin Karaca’nın Necip Fazıl’ın Demokrat Parti Başkanı Adnan Menderes’e yazdığı mektupları, Başbakanlık arşivine dayanarak hazırladığı “Necip Fazıl Adnan menderes İlişkisi-Mektup ve Belgelerle”(5) kitabı üzerine bir söyleşi gerçekleştiriyor. Karaca kitabında, Necip Fazıl’ın Adnan Menderes’e yazdığı mektuplar ve belgeler üzerinden, Büyük Doğu Dergisi, CHP’ye ve dönemin bazı bürokratlarına ilişkin bilgiler yazılıyor. Belgeler Karaca’nın önüne hiç beklemediği bir anda, başka bir konuda araştırma yapmak için Başbakanlık Arşivine girdiğinde çıkıyor. Kitabın oluşumu böyledir. Karaca bu kadar çok belge karşısında şaşırıyor ve seviniyor, bir kitap oluşturacak kadar malzeme buluyor. Belgeler Osmanlıca ve Necip Fazıl’ın el yazısı ile yazılıdır. Bu belgelerin Necip Fazıl’ın ideolojik yapısını, siyasal ilişkilerini bilinmeyen yönleri ile ortaya çıkarıyor. Şaşkınlık yaşıyor ve gördükleri ilginç; mektuplarda Necip Fazıl, Adnan Menderes’e Büyük Doğu’yu çıkarmak için para istiyor. Parayı almak için Adnan Menderes’e iltifatlar ediyor, ellerinden dudakları yapışıncaya değin öptüğünü yazıyor. Osmanlı’da padişahların elleri değil etekleri öpülüyor ve Necip Fazıl etek yerine dudakları Adnan Menderes’in ellerine yapışıncaya değin Adnan Menderes’in ellerini öpüyor.
Asım Öz’ün Büyük Doğu ve Adnan Menderes ilişkilerinin nasıl doğduğuna ilişkin sorusuna Karaca Necip Fazıl’ın CHP karşıtlığı üzerinden DP’ye olan, başlangıçta güvensizle başlayan ve Adnan Menderes’in asıl niyetini belli ettiği sözlerinden sonra ikna olduğunu söylüyor;“Bu soruya yanıt vermeden önce Üstad’ın CHP ile ilişkileri değerlendirilmeli. Kısakürek, CHP’nin, basındaki en önemli muhaliflerinden biri. Bu partinin din karşıtı bir siyaset izlemesinden dolayı aralarında büyük bir mücadele var. 1944’te Büyük Doğu dergisi hakkında hazırlanan rapor bunu gösteriyor. Üstad ise, o yıllarda Büyük Doğu’da bu dine karşı siyasete şiddetle muhalefet eden bir sestir. Bildiğiniz üzere daha sonra CHP’nin içinden DP doğuyor. Kısakürek, bu itibarla başlangıçta DP’ye mesafeli; hatta muhalif. Bu partiyi de CHP’nin devamı olarak görüyor. Kendi tabiriyle DP başlangıçta ‘Ha Ali Hoca, ha hoca Ali’ gibi, bir ‘muvazaa partisi’, ‘aynı kök ve ana gövdeye bağlı dallar arasında biri şifalı, öbürü zehirli iki zıt meyve’ gibi CHP’den farksız bir partidir. Ancak Adnan Menderes’in İzmir İl Kongresi’nde sarf ettiği; ‘Şimdiye kadar baskı altında bulunan dinimizi baskıdan kurtardık. İnkılâp softalarının yaygaralarına ehemmiyet vermeyerek ezanı Arapçalaştırdık. Mekteplerde din derslerini kabul ettik. Radyoda Kur’ân okuttuk. Türkiye bir Müslüman devletidir ve Müslüman kalacaktır. Müslümanlığın bütün icapları yerine getirilecektir.’ Evet, bu sözler, Kısakürek’i, Menderes’e yakınlaştırır. Menderes’i partisinden ayrı tutarak Büyük Doğu olarak bağırlarına basmaya karar verirler. Sonra 1951-52’de ilk temaslar kurulur. Teması kuranın Tevfik İleri olduğunu unutmamak lâzım. Tevfik İleri, Menderes’in Bakanlarındandır ve Büyük Doğu’ya oldukça yakın bir isimdir. İlişkinin Büyük Doğu dergisinin günlük gazete çıkarılması amacıyla kurulduğu, Başbakan’ın örtülü ödenekten Necip Fazıl’a Büyük Doğu için para aktardığı biliniyor. Büyük Doğu’nun DP ve Menderes’le yakınlaşması böyle başlıyor.”
Karaca’nın yanıtı bu… Nefretle başlıyor ve nefret aşka dönüşüyor. Ancak aşka dönüşmeyen Necip Fazıl’ın CHP’ye olan muhalefeti… Düşmanımın düşmanı dostumdur diye düşünüyor Necip Fazıl. Ancak önceleri düşmanının düşmanına da güvenemiyor. DP’yi CHP’nin benzeri, uzantısı gibi görüyor. Ancak Adnan Menderes’in dini baskı altından kurtardığını, radyoda kuran okuttuğunu söylemesi ve İslami Devlet tanımını yaptıktan sonra para koparmak için dudakları öptüğü elin parmaklarına yapışıncaya değin öpüyor. Karaca bu öpüşün şiddetini de söylüyor, kullandığı ifade şudur; “Ellerinizden, dudaklarımı derinize yapıştıracak ve hiç ayrılmayacak bir hararet ve merbutiyetle öperim.” Richter ölçeğine göre büyük bir şiddetle öpme olduğunu anlıyoruz. Romeo ve Juliet’te böyle bir öpüşme yok.
Adnan Menderes Necip Fazıl’a istediği parayı örtülü ödenekten veriyor. Necip Fazıl örtülü ödenekten kendisine verilen paralarla Büyük Doğu’yu, günlük gazete olarak çıkarıyor. Menderes parayı veriyor ve parayı verenin düdüğü çaldığını Nasrettin Hoca söylüyor. Alan memnun ve veren memnun… Alan memnun günlük bir gazete çıkarıyor, bir kitle yaratma işidir. Yaratılan kitle ki Karaca bu kitlenin; “dindar kitle” olduğunu belirtiyor, veren memnun; DP’nin işine geliyor. Seçmen yaratmaktadır.
Bu ilişki sonradan bozulacaktır. Ancak bozulma Adnan Menderes’ten sonradır. Adnan Menderes’in idamı sonrası Necip Fazıl DP ile olan ilişkisini kesecektir. Zorunlu bir kesiş, DP Yassıada sonrası bitmiştir. Necip Fazıl’ın biteni bitirmesi kaçınılmaz.
Necip Fazıl Demokrat Parti’den sonra farklı siyasi partilere yaklaşıyor. Aralarındaki ilişki hiç kuşku yok ki DP ile kurduğu ilişki türündendir. DP sonrası Necip Fazıl’ın kurduğu siyasi partiler arasında Necmettin Erbakan’ın, Alparslan Türkeş’in, Turgut Özal’ın kurduğu partiler olduğu biliniyor.
Rasih Nuri İleri, “27 Nisan Menderes’in Dramı” kitabında Menderes’in Necip Fazıl’a verdiği paralara ilişkin döküm veriyor.(6) Alaattin Karaca’nın kitabında da var. Karaca da söylüyor. Yassıada Mahkemesi’nin yargılama tutanakları içerisinde de görülüyor. Sezai Karakoç anılarında da söz ediyor. Necip Fazıl “Benim Gözümde Menderes” adlı kitabında Menderes ile olan parasal ilişkisini açıklıkla yazıyor. Yassıada’ya tanık olarak çağrıldığında da para aldığını mahkeme heyetine ifade ediyor. Necip Fazıl Kısakürek’in Adnan Menderes’e, dönemin Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri’ye gönderdiği mektuplar Yassıada Mahkemelerinin düzenlediği ayrı bir klasörde de dosyalanıyor.
Bu mektuplardan birinde Necip Fazıl, Adnan Menderes’e Demokrat Parti’den Maraş Milletvekili olmak üzere listeye konmasını istiyor. “İhya ettiğiniz ve servet sahibi kıldığınız insancıklar bugün kuyunuzu kazmaya bakarken, beni en hasis şartlar altında sizin için nefsini fedadan ve mevcut sanat ve fikir şahsiyetinin olanca prestij ve tesirinizi kefenize atmaktan çekinmemiş olan ferdim. Nihayet feda olmuş bulunuyorum. Muhtemel hayat bakiyemin çok üstünde bir müddetle hapse mahkûmum. 18 Mart’ta girmem icap eden hapse sokulduğum an ertesi güne çıkabileceğimi sanmıyordum, bu bir gerçektir. Kaderime teslimim. // Bugüne kadar bana, alet ve madde bakımından haysiyetli bir (organ) imkanın binde biri dahi gösterilmedi. Hep hazırdan hareket edip maya tutturmaya çalıştığım teşebbüsler en büyük manevi kıymetleri devşirdiği halde hiçbir maddi desteğe kavuşturulmadı. Temellendirilmedi. // Seçimlere gidilirse bu azim hamlede benim rolüm düşünülmeyecek midir? Neşriyat ve fiili konuşma yolu ile bütün Anadolu’yu fethetmek benim için iş midir? Bugün sizi ciddiyetle ve samimiyetle seven Türk milletinin bu duygusunda acaba benim tesir ve telkin hissem ne kadardır? Ve ne kadar olabilir? // Memleketim olan Maraş’tan listenizde müstakil olarak mebus çıkacak olursam Meclis’te cephenizin en ateşli hitabet merkezi kurulmuş ve muhalefetin suratında partinizi angaje etmeksizin tokatların en tesirlisi bulundurulmuş olmaz mı? // Daha çıkmamı intaç edecek bir seyirci mevkiinde kalmayı mı tercih ediyorsunuz? Basın affı olmayacaksa bana hastaneden verilecek altı aylık bir tecil ve peşinden arz ettiğim şartlar çerçevesinde günlük bir gazete, harika çapında bir faide getirmez mi? // Bütün vatan yükünü çeken omuzlarınıza lütfen bu fedai dostunuzun tek dirhemlik yükünü de bir an için alınız. Ve sonunda tek dirhemin sizden kaç ton yük hafifleteceğini görünüz. Hayati suallerimin cevabını, biricik vasıtam, rehberim ve muinim Tevfik İleri ile bekliyorum. Ellerinizden öperim.”(7)
Ankara’da Akdeniz Palas Oteli’nden gönderdiği mektubunda kendisinin yaptığı gibi yayın ve propaganda yapanlara, yandaşı olduğu hükümetlerin nimetlere boğduğunu yazıyor. Haşerat’a benzettiği muhalif partilere karşı basın yayın organlarındaki yazılarını bir dönemlerin en etkili zehri olarak bilinen DDT’den daha etkili bir silah olarak kullandığını belirtiyor. Bir başka maddeye geçiyor. Kendisinin “entelektüel mukaddesatçılar ve milliyetçiler topluluğunu” DP’ye bağlayan “biricik vasıta” olduğunu ileri sürüyor. “Ben olmadığımda onlar da yoktur.” Kendisini olduğundan büyük göstermek istediği görülüyor. Kıymetinin olduğu değil olmadığı zaman anlaşılacak bir değer olarak biçiyor.
Haydarpaşa Numune Hastanesinde sağaltımı yapılırken yeni bir mektup daha yazıyor. Mektubun tarihi 26 Kasım 1957. “Hâlâ içi yana yana size dua edenler müstesna, maşeri takdir ve idrak kubbesinde hakkınızda tek hak ve hakikat nidasının duyulmadığı, kimsenin sizi anlamadığı, yakınlarınızın bile kavramadığı ve düşmanlarınızın bütün bir milli saadet hissesine rağmen kuyruk acısı ile hırlamak cesaretini gösterdiği… // Bu hengamede, // Beni… // Uğrunuza bunca çile çeken, bunca imtihan geçiren ve bunca ilahi nimete malik bu insanı; sizin tek ideologunuz olmak mevkiindeki fikir adamını bir an evvel kurtarıp hizmetinize memur etmek için daha bekleyecek misiniz? //Dert ve ızdırap derecemi Allaha’a havale ediyor ve sizi O’na emanet ediyorum.”(8)
15 Mayıs 1952 tarihli uzunca yazılmış bir başka mektuptan; “Sizi uzun müddet, hatta Demokrat Parti kuruculuğunuz içinde, muayyen bir vâhid olarak tanıyamadım. Ne şube varlığınız, ne de kısım kısım yokluğunuz üzerinde bir teşhise varabilmiştim. Benim için, uzaktan, (hiç) gibi, (yok) gibi, (meraka değmez) gibibir şeydiniz. Manevralarda askerlerin kullandığı, mücerret ve hepsi birbirinin aynı hedefleri andırıyordunuz. Sizi birçoğunun umumî ve hususî vasıflarını yakından tanıdığım bazı Demokrat Parti büyüklerinden ayırt edici bir hususiyet içinde görebilmem için, gereken delil ve emarelerden hiçbirine malik değildim. Muhakkak ki, siz, o zamanlar, doğrudan doğruya kendi öz rengini kumaşa hâkim kılmaktan çekinen, bir tohumun merkezindeki gizli mihrak halinde için için yaşıyan ve sert çizgili tezahür ifadelerinden kaçınan bir mizaca sahiptiniz. Bense, bu şartlara göre, sizi, Demokrat Parti içinde Demokrat Parti’nin olduğu gibi sanmakta mazurdum. Demokrat Parti’nin olduğu şeyse, nazarımda, -beni daima samimi bulacaksınız- kolaycı, ucuzcu ve seri malı bir muhalefetten üstün değildi. Aranızda, Ağaoğlu ve Karaosmanoğlu gibi nisbeten genç ve eski dostlarım, bir gün Maraş’da, sizi mutlaka yakından tanımam lüzumunu müdafaa ettikleri zaman hayli taaccübe düşmüştüm. // İktidarı, tasdik buyurursunuz, kendi müsbet kudretinizle değil, Halk Parti’sinin nerdeyse toprağı iki şakkedip kendisini yutmaya sevk edecek kadar derinleştirdiği menfî kudretiyle ele aldığınız zaman, sizi Başkanlığa getiren muazzam isabet, partinizin, tâbiye ve sevkülceyş dehâsı olarak gösterdiği misilsiz bir buluş oldu. Hemen o andan itibarendir ki, telaşsız, nümayişsiz, rahat, emin ve bilhassa hesap ustası şahsiyetiniz, pek cesur ve ileri bir ilk çıkıştan sonra, zaman ve mekana göre parça parça kendisini göstermeye başladı. Müslümanlara, İslam cemiyetinin namaza davet sesini (agora) nidası halinde Allah kelamının diliyle yükseltmekte serbest, olduklarını gösterdiğiniz günden, İzmir’deki meşhur hitabenize kadar, göztaşlarına boğulmuş, öyle anlar geçirdik ki, ihtiyarsızca kendi kendimize sorduk: // ‘Yoksa beklediğimiz kahraman bizzat Adnan Menderes midir?’ // Bütün dünya ve insanlığı kuşatıcı ve hayatın her devresini muhasebe edici titiz dünya görüşümüze rağmen, o anda şahsınızın bize her şeyi vaat eder gibi olmuştu. // Fakat sonra, öyle şeyler gördük ki, öyle akıbetlere çarpıldık ki, öyle eser ve tesirlere şâhid olduk ki, öyle hâl ve vaziyetlere dikkat ettik ki, sizi, Büyük İskender’in kestiği düğümden daha girift bir muamma farz etmeye başladık. Neydiniz; ilcaî mi, hercaî mi, sun’î mi, zamanî mi, yoksa hakikî mi, siyasî mi, hesabî mi, şuurî mi? // Bu hayretimizi geçen Büyük Doğularda ne samimi bir sesle fışkırttığımız ve sizi hakim ruh vâhidinizle görünmeye davet ettiğimizi belki hatırlarsınız. Ne ince cilvedir ki, devatimizin ertesi günü Meclis’teki beyanatınız, Ankara muhabirimiz tarafından telefonla verilir ve kısım kısım tarafımdan arkadaşlara okunurken, bütün bir Büyük Doğu kadrosu, yine gözyaşlarına battık ve size, yine bilmeniz gereken bağlılık nüshamızı takdim ettik. // Artık kanaat getirmiştim ki, siz, Demokrat Parti kadrosunda, zaman ve mekanı kollayıcı ve büyük küçük huzursuzluklardan kaçınıcı mizacınız gereğince, bütün bir bünye taklibini sindire sindire başarmak istiyen ve mensup bulunduğu umumî topluluğun birkaç istikamete bölümlü hizipleri arasında çetin bir kulis ıstırabı yaşıyan, fakat simyacı gibi (doz)ları tanıyan ve nihaî terkibine güvenen ve esasta bu mahzun vatanın, bu öksüz milletin hasretini heykelleştirmeye namzet bulunan biricik şahsiyettiniz. // Sizinle doğrudan doğruya temasım, bundan evvelki günlük Büyük Doğu’da şahsıma ve davama ihanet eden maddeci ortağımın fenalık kasdını en büyük iyiliğe döndürücü İlahî bir sevkle oldu. Hadiseler, kendilerini savunan kader rüzgârının emriyle, başka türlü sittin sene sizi aramak teşebbüsüme imkân olmadığı halde beni kollarınıza attı ve dava adına biricik hayr ve muvaffakiyetin bu istikamette olduğunu gösterdi. // Geldim; ve davasını arz ve ifade ihtiyacına düşmüş insanın şahıs intihabındaki peşin emniyet ve kıymet ölçüsiyle sizi kendime ve kendimi size tesbit etmek istedim. // Sabit olan şuydu: // Siz, her parti alâkası dışında, Adnan Menderes olarak, bu vatanın şiddetle muhtaç olduğu ve en hassas dakikada bulduğu ender zekâ ve ruhlardan biriydiniz!”(9)
2 Şubat 1958 tarihli başka bir mektubu ellerinden gözyaşları ile öptüğünü yazarak bitiriyor.
Kaynaklar
(1) Bu konuda ayrıntılı bilgi için bakınız; www.odatv.com/n.php?n=ahmet-hakana-uzucu-bir-haberimiz-var-12.01.2010
(2) Mehmet Perinçek, “Herkes Sussun! Söz yine Necip Fazıl’da!”, Aydınlık Gazetesi, 01.12.2011. Mehmet Perinçek, Necip Fazıl’ın iki yazısını “Dün Bugün Yarın” başlıklı köşesinde aktarıyor.
(3) Perinçek özetleyerek aktarıyor.
(4) Hüseyin Haydar, “Amerikancılığı üstatlarından öğrendiler”, Aydınlık Dergisi, 6 Mayıs 2007, sayı: 1033, s. 25
(5) Doç. Dr. Alaattin Karaca, “Necip Fazıl Adnan menderes İlişkisi-Mektup ve Belgelerle”Lotus Yayınları, Ankara-2009
(6) Rasih Nuri İleri, “27 Nisan Menderes’in Dramı” Yalçın Yayınları, 3. Basım
(7) Mektupları çeşitli kaynaklardan aktarıyorum. Kaynak isimlerini koymayı gerekli görmedim. Her kaynak aldığı kaynağı göstermiyor. İlk kaynağın hangisi olduğu farklı kaynaklarda gösterilmediğinden, haksızlık yapmamak adına alıntı yapan kaynakları göstermeyeceğim. Ancak asıl kaynak Necip Fazıl’ın Osmanlıca kendi el yazısı ile yazdığı mektuplardır.
(8) Erdal Şen, Belgelerin Dilinden Yassıada’nın Karakutusu, Zaman Kitap, 2007. Kaynak göstermeyeceğimi belirtiysem de, bu mektuplar için farklı bir kaynak göstermek istiyorum. Sağ çıkışlı bu yayınevinden Erdal Şen imzalı çıkan kitabını kaynak olarak göstermenin daha iyi olacağını düşünüyorum.
(9) Erdal Şen, Age, s.106, 107, 108, 109, 110, 111, 112